Serbest Forum
April 19, 2024, 05:57:16 am
Welcome, Guest. Please login or register.

Login with username, password and session length
 
  Home Help Gallery Staff List Login Register  

Zağra Müftüsünün Hatıraları

Pages: [1]   Go Down
  Print  
Author Topic: Zağra Müftüsünün Hatıraları  (Read 3490 times)
0 Members and 1 Guest are viewing this topic.
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« on: May 23, 2010, 04:26:22 pm »

Tarihçe-i Vak'a-i Zağra
 
Hüseyin Raci Efendi

» Tarih
» Osmanlı Tarihi

“Bu kitap, Türklerin vatan edebiyâtında en samîmî, yüksek bir şâheserdir...”

Bu sözler, meşhur edip ve şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir...

Bu kitap “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde Rumeli’deki Müslüman kardeşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin, hemen o günlerde kaleme aldığı hâtıralarıdır... Bu kitap, yıkılan büyük devletimiz Osmanlı’nın son asrında, düşman hücumlarının vahşet ve dehşetinin bir zaptı; mâsum müslüman halkın çektiği ıstırapların acıklı bir destanıdır... Evet, bu kitap, ecdâdımızdan bizlere bir mektup, bir şikâyet, bir tezallüm, bir vasiyettir.

Report Spam   Logged

Share on Facebook Share on Twitter

OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #1 on: May 24, 2010, 06:34:03 am »

BIRKAÇ SÖZ

Bu kitap, yikilan kutsal imparatorlugumuzdaki müslüman halkin iztirap destanıdır.
93 Harbi sirasında, Rumeli müslümanlarınin ugradigi zulümleri, dûştûgii perişanligi ve çektigi aciları dile getirir.
Hatiraların sahibi olan zat, bu hadiselerin içinde bizzat yaşamiş, yurdunu işgal eden dşmanın elinde esir kalmiş, kurtulmuş, büyük ve müthiş «Rumeli muhâcereti» ile istanbul'a gôçmüştür.

Kültürümüze yeniden kazandirmaya çaliçtigimiz bu eser, millî aci ve millî kînin bu kin dûşman kadar, hâin aydinlara karşidir da eşsiz bir âbidesidir. Onun hitabinın, yeni nesillere birşeyler anlatabilecegi, ne güzel ümid...

Elli yildir sulh uykusuna yatan «milleti merhûmeyi, cedlerinin bu kanli macerasi, biraz uyandirabilse... Eski mübarek topraklarin —hattâ— hayâlini görebilen birkaç kişi çikarabilse... Hiç olmazsa, bu yerlerin eski sahiplerinin torunlarina dedesi'nin geldigi yeri, ogluna ögretmek borcunu hatirlatabilse...

Kitabin baştarafina koydugum «Giriş» kismında, eserin tarihî ve cogrâfî bakimlardan da anlaşilip takip olunabilmesi için, anlatilan hazin vakaların sebebi, 93 Harbi'ne dair, hatirlatici bilgileri derledim. Sonuna ise, yine aynı düşünce ile, ordumuzun harp yillarındaki kuruluşuna dair lülzumlu birkaç not ve haddim olmayarak çizmeye çaliştigim bir Rumeli haritasi ekledim.

Eserin diline ancak gerektigi kadar müdâhale ederek, sadelestirdim. Cümle kuruluşuna ve ûslubuna dokunmadim. Birinci kitaba fasil ve arabaşliklari koydum. Manzum olan üçüncü kitabi aynen dere edip, sonuna, açiklamasıni ekledim. Ilk iki kitapta, metin arasinda rastlanan äyetlerin ve sonlardaki arapça bitiş dualarınin yerine meällerini koydum; arapça ve farsça birkaç beyit ve ibäreyi ise almadim. Bunların dişinda eserin metninde bir iläve, degişiklik veya çikarma yapmadim. Dipnotlardan yildizla işaretli olanlar, eserin yazari ile näşir olan ogluna aittir.
Kitapta geçen bazi yer isimlerinin dogru okunmasi ve haritadaki mevkilerini bulmak güç oldu. Bu iş için, i. Halil Sedes'in eserine ekli olan harp haritalari ile, eskilerden, 1324'te Mekteb-i Fünün-u Harbiyye-i Şähäne matbaasinda tab' olunmuş «Avrupayi Osmäni Haritasi»ni ve 1330'da §ems Matbaasinda basilmiş «Balkanlilarin Hudut Haritasini, yenilerden ise, Harita Umum Müdürlügünün 1956 basimli «Türkiye» ve komsulari haritasıni esas aldim. Mehazlardaki okunuş farklari elde olmayarak esere de aksetti.
Bana Türkiye Haritasi'ni lütf eden, iyi insan, haritaci yarbay M. Orhan Bayrak Bey ile eski haritalari temin eden aziz dost, sahhaf ismail Özdogan Bey'e teşekkür borçluyum.
Samimiyetlnden baska bir degeri olmayan bu çalişmamin, 93 Harbi'nde Lofga'nın Düzdag yaylasindan Bursa'ya göçen muhterem ecdädim ile milletimin biitün mazlum ve Şehitlerinin ruhlanna rahmet vesilesi olmasini Rabb'imden dilerim.
M. ERTUÖRUL DÜZDAG

GIRIŞ
YAZAR VE ESERI HAKKINDA
YAZARIN HAYATI VE ŞAHSIYETI


Eserin yazari Hiiseyin Raci Efendi'nin hayatinı kendi yazdiklarından ogrenebildigimiz kadar biliyoruz. Kitabında yazdiklarına gore, yazarin babasinın adi Hasan, dedesinin adi ise Mustafa'dır. Eski Zagra'da yerleşmiş bir ailenin çocugu oldugu anlaşiliyor. Burada evi ve fırıni vardir.
Eski Zagra'da müftülük ve Rüştiye Mektebi muallimligi yapmiştir. 93 Harbi sirasında müftü olmayip yalniz muallimlik ettigi, ayrıca, dostu olan bir zattan müftü olarak bahsetmesinden anlaşiliyor. Fakat Arapça bitiş yazisında da kendisinden müftü olarak bahsetmektedir.
Ruslarin Eski Zagraya girmesinden sonra, kasabanın ileri gelenleriyle beraber hükümet konagında haps olunmuştur. Siileyman Paşa kuvvetlerinin kasabayi kurtarmasi üzerine serbest kalmiş, hicretin başlamasi ile de ailesiyle birlikte istanbul'a goçmüştür.
Eserini son şekline koydugu 1321 (1896) yilmda yaşadigi ve kitabın oglu tarafından yaymlandigi 1326 (1910) yilindan once vefat etmiş bulundugu anlaşılıyor.
Yazarın, gerek hemşehrileri, gerek Edirne'deki ileri gelen zevat tarafından sevilip sayildigi eserde anlattigi vakalardan anlaşılmaktadir.
ESERlN YAZILISI VE NEŞRl
Yazar ve ailesi 1877 Agustosunda Istanbul'a hicret etmişlerdi. Dostlarınin arzusu üzerine kitabıni yazdi. Maarif Vekaletinin de izni ile bastirılmak iizere iken Plevne'nin dûşmesi (10 Aralik 1877) bu işi geri birakti. Bundan sonra da eseri üzerinde çalişan yazar bazi ilâve ve düzeltmeler yaparak «miisait bir zamanda bastirmasi için» kitabini oglu Necmi Râci'ye birakti (1896).
Vak'a sirasında sekiz yaşında olan oglu Necmi Râci Bey ise kitabi ancak îkinci Meşrutiyetin ilânnından sonra, 1910 yilinda bastirabildi ki, bu sirada yazar ihtimal ki yillar önce vefat etmiş bulunuyordu. Necmi Râci Bey, geçikme sebebinin, Sultan Abdülhamid'in istibdat idaresi oldugunu yaziyor.
ESERIN KISIMLARI VE DEÖERl
Eser 1326 (1910) yilında basilmiştir, başka bir baskisi yoktur:
Eser üç kisimdan meydana gelmiştir:

1.   Tarihçe-i Vak'a-i Zagra: Eserin ûçte ikisini ve esasıni teşkil eder.. Hatira şeklinde olarak Ruslarin Tuna'yi geçmelerinden itibaren Eski Zagra'ya gelen haberleri, kasabadaki durumu, ekseriyeti teşkil eden Bulgarların yaptiklarıni. Rus işgalini, zulümleri, Süleyman Paşa ordusunun gelişini, hicreti ve gôç perişanliginı anlatir. Bunların tamami yazarin bizzat gördügü veya duydugu vakalardir.

2.   Hercümerc-i Kit'a-i Rumeli: 93 Harbi'nin Rumeli cephesindeki askerî harekâti basit olarak anlatir. Bu sirada yapilan hatalari ve bunlarm neye mal oldugunu belirtir. Ayrıca yine hicrétten ve zulümlerden bahseder. Bu kisim daha ziyâde Süleyman Paşa'yi tutan ve temize çikarmaya çalişan bir dille yazilmiş olup, tarafsizca degildir. Esasen bütün Zagralilar kurtarici saydiklari Paşa'yi çok sevmektedirler. Necmi Râci Bey'in kitaba yazdigi «Nâşirin ifâdesinden, eserin tamaminın Süleyman Paşa tarafından 1885 yilında görüldügü anlaşiliyor. Yazar da «Müellifin ifädesi»nde «dogru sözlü bir kumandanin eseri okuyarak, yanlış ve noksanlarin tashihi için kendisine bilgi verdigini» söylemektedir. Bu bakimdan eser, askerî harekâta dair olan bahislerinde tarafsiz degildir.

3. Hicretname: 364 beyitlik manzum bir eserdir. Hicreti, yolda çekilenleri, Istanbul'da goçmenlerln halini, perişanlıklarjni anlatir. Oldukça sade bir dille yazilmişsa da sonuna, mealen yaptıgım serbest bir dille yazılmışsa da eklemeyi uygun buldum.

YAZARIN OGLU NECMI RACI BEY'IN ESERI

Yazarın oglu Necmi Raci Bey 93 Harbi sirasinda sekiz yaşinda bulundugunu ve «Neler Cektik» adindaki eserinde o zaman gordügü olayları yazdiginı «Naşirin Ifadesinde bildirmektedir. Eski harflerimizle 20 sayfa tutan bu risaleyi gordum: «1293 Osmanlı— Rus seferi Fecayii Hatiratından, Neler Çektik, nazımı: Topçu mümtaz binbaşilarından Necmi Raci, Dersaadet 1326, Hiirriyet Matbaası, 20 8.»
Kitap, yazari Necmi Raci Bey'in bir önsozü ile alti manzumeyi ihtiva etmektedir. Mühim degildir.

ESER HAKKINDA YAZILANLAR

Büyük milli şairimiz merhum Yahya Kemal Beyatli Bey, 5 Tesrinisani 1337 (1921) tarihinde Dergah Mecmuasi'nda yayınladıgı «Balkan'a Seyahat» adlı yazisinda «Tarihçe-i Vak'a-i Zagra»dan şöyle bahsediyor:

' «Bir Turk gonlünde nehir varsa Tuna'dır, dag varsa Balkan'dir. Vakıa, Tuna'nın kıyılarından ve Balkan'nın eteklerinden ayrilali kırk üç sene oluyor. Lakin bilmem uzun asirlar bile, o sularla o karli tepeleri gonlümüzden silecek mi?

«Sabah erken Burgaz'dan kalkan tren yari gecede Sofya'ya variyor…
    Yol sahilden Filibe'ye kadar ovadan geçiyor. Şimalden bir düziye Balkan tepeleri gorünüyor. Iki taraf işienmiş bir toprak. Istasyonlar gayet şık. Aydos, sonra Karinabad (Bulgarca Karnobat), Yanbolu tek kalan camileri ve minareleriyle gorünüyorlar. Daha sonra Yeni Zagra, agaçları arasinda kaybolmuş bir ova şehri. Daha sonra dag eteginde büyük bir dikili taş bu sütun Ruslarin meshur Duranli miisâdemesinde düsen askerlerine diktikleri bir âbideymiş.

«Duranli âbidesinden biraz sonra dag eteginde Eski Zagra göiünüyor. Bilâ-ihtiyar Râci Efendi'yi hatirladim. Daha çocukken Recâîzâde'nin Tâlîm-i Edebiyât'nda, bilmem neye misal, beş on satir okumuştum. Bu misâlin altında da bu kayid vardi: Râci Efendi, Tarihçe-i Vak'a-i Zagra.. Tûrkçede bu nesir nümunesi ayarında güzel bir parça görmedim. Muharrir içgâle ugramiş bir Türk şehri-nin hapishânesinden mahpusların zincirden boşanır gibi çikişıni naklediyordu, bu kadar.

«Bu satirlarin ne muharririni taniyorum, ne de hangi kitaptan alındigıni biliyordum, maamafih dâima yüregimde tesirini hissettim.
«Senelerden sonra bir gün Fatih'ten geçerken bir mahalle bakkalinın camında bir kitap gözüme ilişti: Tarih¬çe-i Vak'a-i Zagra, müeilifi Râci Efendi.

 Kapta bir kit'a vardi ki hatirimda kalan ilk misrai bu idi:

«Azizi vakt idik a'dâ zeli! kildi bizi!

«Kitabi satin aldim. Bu kiraatin teessürü iliklerime kadar geçti.. Zagra müftüsü Râci Efendi doksanûçte, General Gurko'nun Eski Zagra'ya ilk defa nasil girdiğini, müslümanların çoluk çocuk, kadın, ihtiyar nasil kesildiklerini, sonra Süleyman Paşa ordusunun melekû'ssiyâne gibi yetişip Eski Zagra'yi nasil kurtardiginı, mûslûmanların cehennemi bir màtemden birden bire delice bir sevince nasil geçtiklerini, maglûbiyetten sonra da ikinci ve son felâketi, istanbiil'a dogru о acıklı hicreti bütün sahneleriyle naklediyordu.

«Lâkin nasil temiz, yavaş ve duygulu bir naklediş... Tarihçe-i Vak'a-i Zagra'yi Fâlih Rifki gibi Türk nâşirlerine gösterdim. Onlar benden ziyâde hayran oldular. Bu kitap Türklerin vatan edebiyatında en samîmi, yüksek bir şâheseridir. Onun için de okunmaz!

«Samimi bir eserin ne yaman bir kudreti vardir. Eski Zagra'ya Râci Efendi'nin çizdigi levha hâricinde bakamadim. Şehirde bir iki câmi ve minâre kalmiş; lâkin müslümanlik daha о darbede bir defa dagilmiş, ondan sonra da ana vatana hicret etmiş

«Şimdi 93'ü hatirlar gibi düşüngen duruyor. Eski Zagra'dan sonra irili ufakli bazi köyler, istasyonlar daha, en nihâyet Filibe ovasi   » (1)

Günümüzün yazarlarindan olup, yakin tarihimiz üzerindeki tetkikleri ve mühim neşriyati ile temâyüz eden Kadir Misiroglu Bey de, 1972 de yayımladigi iki ciltlik «Moskof Mezâlimi» adli eserinin ikinci cildine Tarihçe-i Vak'-a-i Zagra dan bazi parçalar almiştir.
Sâdeleştirilerek yapilan bu nakiller otuz sayfayi bulmaktadir ve kitabin yeni yazi ile yapilan ilk tanitilmasidir.

(1) Yahya Kemal: Çocuklutjum, Gençligim, Siyâsi ve Edebî Hâtiralarim. Istanbul 1973, s. 146 — 149. Eser, Yahya Kemal Enstitüsil tarafmdan yayinlanmakta olan «Yahya Kemal Külliyati»nin onuncu kitdbi olarak пеsг ediïmis-tir.
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #2 on: May 25, 2010, 01:21:21 pm »

93 HARBİ

— 1877 - 1878 OSMANLI RUS HARBİ — KISA TARİHİ

1875


(13 Nisan) Hersek isyanı.

(25 Nisan) Sadrazam ve serasker Hüseyin Avni Paşa'- nın azli.
   
(26 Nisan) Bahriye Nâzın Sakızlı Esad Paşa'nın ikinci sadâreti.

(20 Ağustos) Fransa Hâciye Nâzın Decazes'in Hersek meselesi hakkındaki teklifi. (Bosna — Hersek'e göz dikmiş olan Avusturya'nın âsîleri himâye etmesi üzerine, bütün İslâv unsurları kendi etrafında toplamak isteyen Rusların gocunmasının sebep olacağı buhranı önlemek için: Âsilere bir heyet gönderilerek «Kendilerine yardım edilmeyeceğinin ve Osmanlı fevkalâde komiserleri ile müzakere etmelerinin» bildirilmesi...)

(25 Ağustos) Sakızlı Esad Paşa'nın azli.

(26 Ağustos) Şûra-yı Devlet Reisi Mahmud Nedim Paşa'nın ikinci sadâreti.

(6 Ekim) «Tenzili fâiz» kararı. (Yıllık ondört milyon lira tutan devlet borçları faizlerinin tek taraflı bir kararla yarıya indirilmesi. Bu fikrin, sadrazama, itibarımızın sarsılmasını isteyen Rus elçisi îgnatiyef tarafından telkin edildiği söylenir. Nitekim bu kararın ilânından bir gün önce ellerindeki tahvilleri satan îgnatiyef, Midhat Paşa ve Mahmud Nedim Paşa ile bunlara mensup sarraflar büyük paralar kazanmışlardır.)

1876

(31 Ocak) «Andrasi lâyihası»nın Babıâli'ye tebliği (Avrupa devletlerinin dokuz aydır devam eden Hersek meselesine karışarak ağır tekliflerde bulunmaları ve bunların tarafımızdan reddi)

(2 Mayıs) Bulgar isyanı. (Avretalan nahiye merkezinde başlayan isyan iki gün içinde Filibe'ye kadar yayılarak bin müslüman öldürülüp üç bin kadar ev yakılmıştır. Çırpanlı Abdülkerim Nâdir Paşa'nın idaresindeki tenkil kuvvetleri âsilerle onbir çarpışma yaparak dört bin beşyüzünü tepelemiş ve 9 Haziranda isyan sona ermiştir. «Tenzil-i fâiz» meselesinden sonra bu hâdisenin çok büyütülerek Avrupa gazetelerine geçmesi, onbeş bin Bulgar'ın öldürülüp, yüz köyün yakıldığı haberleri, bu sırada vuku bulan «Selanik vak'ası» ile birlikte, Avrupa efkâr-ı umûmiyesini aleyhimize çevirmiştir.)

(6 Mayıs) Selânik vak'ası. Fransız ve Alman konsolos-larının halk tarafından öldürülmesi ve büyük devletlerin Selânik limanına birer filo göndermeleri. (Vak'anın sebebi, müslüman olan bir Bulgar kızının, Osmanlı zaptiyelerinin elinden Bulgarlar tarafından alınarak Amerikan konsolosluğuna kaçırılmasıdır. Ertesi gün toplanan beşbin müslümanın zoruyla kız geri alınmış, edepsizlik eden iki konsolos öldürülmüştü. Avrupa filolarının tehdidi üzerine kaa tll oldukları söylenen altı müslüman asılmıştır!)

(10 Mayıs) Talebe-i ulûm'un nümâyişleri. (Şehzade Murad Efendi'nin temin ettiği paranın Midhat Paşa eliyle medrese talebesine dağıttırılıp sahte nümayişler tertibi ve Padişah üzerine baskı yapılması.)

(11 Mayıs) Mahmut Nedim Paşa'nın azli.

(12 Mayıs) Mütercim Rüştü Paşa'nın dördüncü sadâreti. (Bu azil ve tâyinler nümâyiş ve baskılar neticesinde yapılmıştır. Neticede «Erkân-ı erbsa» denen «cuntacı dörtlerden Hüseyin Avni Serasker, Midhat Paşa Nâzır, Hay- rullah Efendi Şeyhülislâm olarak aynı kabinede birleşmişlerdir.)

 (30 Mayıs) Sultan Abdülaziz'in hal'i. (Şahsî menfaat ve hırsların neticesi olan bu feci hâdise yakın tarihimizin en büyük felâketlerinin başlangıcı ve en kötü bir örnektir. «Cuntacı Dörtler Çetesime «sırf millî ve vatanî hislerle» katıldığı söylenen «çok samimi bir milliyetçi olan, zavallı» Süleyman Paşa darbe-i saltanatın askerî tarafını idare etmiştir.)

(30 Mayıs) Sultan Beşinci Murad'ın cülûsu.

(4 Haziran) Sultan Abdülaziz'in iki bileğinin damarları kesilerek şehit edilmesi.

(6 Haziran) Sultan Murad'ın cinnet getirmesi.

(15 Haziran) Çerkeş Hasan vak'ası. (Sultan Abdülaziz'in dördüncü zevcesinin kardeşi olan bu genç zâbit, bu günün akşamı Midhat Paşa'mn konağında toplanmış olan Vekiller Heyetine baskın yapmış Hüseyin Avni Paşa ile Hâriciys Nâzırı Râşit Paşa'yı öldürmüştür. Vak'a sırasında ayrıca üç kişiyi daha öldürüp beş on kişiyi de yaralamıştır. Ertesi gün asılan bu genç adam için Sultan Aziz'e olan sadakatinden dolayı halk arasında şiir ve mersiye yazılmıştır.)

(2 Temmuz) Sırbistan ve Karadağ'ın isyan edip harbe başlamaları. (Sırp ordusu başkumandanı Rus generali Çernayef idi. Yüz bin kişilik Türk kuvvetlerinin başında Çırpanlı Abdülkerim Nâdir ve Ahmet Muhtar Paşalar bulunuyordu.)

(31 Ağustos) Beşinci Murad'ın hal'i.

(31 Ağustos) İkinci Abdülhamid'in cülûsu.

(31 Ekim) Sırbistan ve Karadağ'daki Türk zaferleri üzerine Rusya'nın ültimatomu ve mecburen ateş kesilmesi.

(19 Aralık) Mütercim Rüşdü Paşa'nın istifası ve Midhat Paşa'nın ikinci sadâreti.

(23 Aralık) Tersâne konferansı. (Selanik vak'ası ve Sırbistan'daki Rus mağlûbiyeti «Şark meselesi»ni alevlendirdi. Meselenin bir şekle bağlanması için İngiltere'nin teklifiyle bu konferans toplandı. İstanbul'da Haliç tersanesinde ki Bahriye Nezâreti'nde her devletin İstanbul elçileri ile murahhasları birleşti. Toplantı yirmidokuz günde dokuz kere akd olundu.)

(23 Aralık) Meşrutiyetin ilânı. (Meşrutiyetin ilân edilmesi ile bütün vatandaşların, dolayısıyla Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan'ın da haklarına kavuştuğu ve Konferans'a lüzum kalmadığı söylendi ise de, ecnebi murahhaslar bunu dinlemeyerek müzakerelere devam ettiler.)

1877
(H. 1294 — R. 1293)

(18 Ocak) Tersane Konferansı'nın tekliflerini tetkik ve müzakere etmek için Bâbıâli'de «Meclis-i Umûmi» toplanması. (Müzakereler neticesinde devletin bir harbe hazır olmadığı meydana çıkmıştır. Fakat Midhat Paşa ile Tophâne Müşiri Damat Mahmud Paşa'nın teşvik ve tehditleri ile yine talebeyi ulûma «Harp isteriz!» diye yaptırdıkları nümayişler ve harp istemeyenleri «vatan haini» ilân etmeleri, Tersâne Konferansı'nın tekliflerinin reddini temin etti. Aynı tehdit altında bulunan Sultan Abdülhamid önce itiraz ettiyse de kararı tasdik etti. Bütün yabancı murahhas ve elçiler İstanbul'u terk ettiler. 93 Harbi ufukta göründü.)

(5 Şubat) Midhat Paşa'nın azli, hudut harici edilmesi ve Edhem Paşa'nın sadâreti. (İki sultanın tahttan indirilmesmdeki rolü, harp kararı üzerindeki kötü tesiri, akşamları, birtakım gençleri içki sofrasında toplayarak devlet sırlarından ulu orta bahsetmesi, Osmanlı hânedâmna son verilmesi fikrini telkine çalışması, müslim ve gayri-müslim gençlerden kendine bağlı bir «millet askeri» kurması gibi yolsuz halleri Midhat Paşa'nın azline sebep olmuştur... Kendisini Brendiziye götüren vapur Çanakkale'den çıkarken «kendisi için İstanbul'da ihtilâl çıkıp çıkmadığım» sormuştur!)

(28 Şubat) Mağlûp olan Sırplarla sulh protokolünün imzası.

(19 Mart) İlk Meclis-i Mebusan'ın açılış merasimi.

(24 Nisan) Rus Çarlığının, Osmanlı İmparatorluğuna harp ilânı

93 HARBİ ANADOLU CEPHESİ

(23 Nisan) Ruslar harbin ilânından bir gece evvel birdenbire taarruza geçtiler. («Anadolu Orduyu Hümayunu» denen Şark ordusunun başında Müşir Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa vardı. Batum'da bir kolordu başında Müşir Derviş Paşa ile Van ve Bayezid tarafında yardımcı fırka kurmaya çalışan Kurd îsmail Paşa bulunuyordu. Ahmed Muhtar Paşa'nın emrinde 57 bin asker ve 97 top vardı. Bütün Osmanlı kuvveti bir kısmı talimsiz 90 bin kişi idi... Rus ordusu ise 125 bin nefer ve 189 toptan ibaretti. Harp içinde düşman devamlı takviye alarak sayısını arttırdı. Başında önce Ermeni asıllı General Melikof, Zivin harbinden sonra ise Çar'm kardeşlerinden Grandük Mişel bulundu.)

(30 Nisan) Ruslar Bayezid'e girdi.

(17 Mayıs) Ardahan düştü.

(21 Haziran) Şiryan çayı civarında Tâhir tepelerinde Halvaz mevkiinde ilk büyük çarpışma vuku buldu. Rus kuvvetleri yenildi.

(25 Haziran) Melikof, Zivin'e taarruz etti, mağlûp oldu. Bu zafer üzerine Ruslar takip edilerek, kendi topraklarına atıldılar. Kars muhasaradan kurtuldu.

(24 Ağustos) Düşmanın elindeki Kızıltepe, alındı. Bütün cephe boyunca savaşıldı. Gedikler zaferi kazanıldı. Sultan Abdülhamid, Ahmed Muhtar Paşa'ya «Gazi» unvanını verdi.

(2 Ekim) Rus ordusu büyük taarruza geçti. Üç gün süren savaşta düşman 10 bin kayıp vererek çekildi. Yahniler zaferi kazanıldı... Fakat bundan sonra Rus üstünlüğü başlamıştır.

(15 Ekim) Büyük takviye alan düşman Alacadağ müdafaa hattını arkadan çevirdi, 6 bin kişilik bir kuvvetimiz teslime mecbur oldu. Gazi Muhtar Paşa Deveboyu'na çekildi.

(4 Kasım) Düşman taarruzu üzerine Erzurum'a çekilindi. Düşman Erzurum'u muhasara etti. (Teslim olma.teklifi şehir meclisi tarafından reddedildi. Rus hücumları bütün halkın katılmasıyla püskürtüldü. Bu sırada Aziziye Tabyası'nda büyük kahramanlık gösterildi. Kars 18 Kasımda düşman eline geçmekle beraber mütârekeye kadar Erzurum teslim olmadı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa ise İstanbul'a Çatalca müdafaa hattını kurmaya çağrılması üzerine, Kurd İsmail Paşa'yı vekil bırakarak 25 Ocak 1878 de Erzurum'dan ayrıldı.

93 HARBİ RUMELİ CEPHESİ

(21 Haziran) 21/22 Haziran gecesi General Zimmerman kumandasında 40 bin kişilik Rus kuvveti Maçin'den Tuna'yt geçerek Dobruca'ya girdi.

(26 Haziran) 26/27 Haziran gecesi büyük Rus kuvvetleri Zimniçe'den Ziştovi'ye Tuna'yı geçmeye başladılar. £u geçiş dört gün sürdü. (Rusların 14ına'yı geçmelerine müsaado etmekle harbi yarı yarıya kaybetmiş olduk. Çünkü Rumeli'de Tuna ile Balkan silsilesi müdafaa için elverişli iki hat idi. Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Paşa büyük gaflet ve atalet göstererek bu geçişe mani olamamıştır. Maçin'den geçen düşman ordusu ilerlemeyerek orada kalmış, Ziştovi'den geçen ise üç kola ayrılarak taarruza kalkmıştır. Grandük Nikola emrindeki kol bizim Şark ordusuna karsı Rusçuk üzerine; General Krüdner emrindeki kol batıya Niğbolu üzerine ve General Radetzi emrindeki kol ise güneye Balkan geçitlerine saldırmışlardır. General Gurko üçüncü kolun öncü kumandanıdır. Rus kuvvetleri 220 - 250 bin kişi ve 800 toptan ibarettir. Plevne mağlûbiyetinden sonra 50 bin kişilik Romanya ordusu da düşmana katılmıştır. Türk orduları Başkumandanı Serdar-ı Ekrem Çırpanlı Abdiilkerım Nâdir Paşa, Şumnu'da bulunuyordu. Süleyman Paşa, Hersek, Ali Sâib Paşa, İşkodra, Veli Paşa, Bosna ve Mehmed Ali Paşa, Yenişehir kumandanı idiler. Tuna cephesi üçe ayrılmış olup Rusçuk, Silistre, Şumnu ve Varna'da bulunan Şark ordusunun başında Ahmed Eyüp Paşa, Vidın'deki Garp ordusunun başında Tokatlı (Gazi) Osman Paşa ve bu iki ordunun arasındaki Balkan ordusu başında ise Süleyman (Hüsnü) Paşa bulunmaktadır. Osmanlı ordusunun 100 bini Şark, 35 bini Garp ve 51 bini Balkan ordularında olarak 186 bin mevcudu vardır. Süleyman Paşa, 9 Temmuzda Balkan ordusunun başına gelirken Her- sek'ten 14 bin kişilik bir kuvvet daha getirmiştir.

(7 Temmuz) General Gurko, Tırnova'yı işgâl etti.

(16 Temmuz) General Gurko, üç süvari ve bir piyade alayı ile Şıpka geçidinin doğusundaki Hâin boğazından geçti. Zayıf Türk kuvvetlerini dağıtarak geçidi çevirdi. Balkanlar'ın bu en mühim ve hayatî geçidi böylece hiç savaşmadan Ruslara bırakıldı. Eski Zağra da bu sırada Ruslar tarafından işgal olunmuştu. (Artık savaş kaybedilmiştir- Bundan iki gün önce başarısız kumandan Abdül-kerim Nâdir Paşa azl edilerek hesap vermek üzere İstanbul'a çağırılmış, yerine Macar asıllı Mehmed Ali Paşa tayin edilmişti. Bütün harp boyunca gerek Anadolu ve gerek Rumeli cephesinde kumandanlar birbirlerini çekemediklerinden, emir dinlememiş ve müştereken hareket etmemişlerdir. Vazifelerini yapsalardı Rusyalı, Tuna'dan geçemezdi. Esasen bunu bilen Ruslar, yalnız Tuna'yı geçebilmek için 50 bin asker fedâ etmeyi göze almışlardı. Ama bizim kumandanlar onlara kıyamamış olmalı!)

(20 Temmuz) Birinci Plevne zaferi. (Osman Paşa, kendisiyle aynı zamanda Plevne'ye yürüyen Şilder'den çabuk davranarak Plevne'yi işgâl ve tahkim etmişti. 19 Temmuzda yetişen Şilder, 20 Temmuzda hücuma geçti, üç bin kayıp vererek geri çekildi. Bu zafer Ruslar'da «Türk korkusu»nu tekrar uyandırmıştır.)

(26 Temmuz) Süleyman Paşa'nın 25 bin kişi ile Gurko'ya karşı durması. (Rusların bu kolay başarılarından telâşa düşen Sultan Abdülhamid'in İstanbul'da teşkil etmiş olduğu Askerî Meclis iki karar almıştı. Bunlara göre

Osman Paşa, Plevne'yi tutacak ve Süleyman Paşa Hersek'ten gelip Balkan ordusunu ele alacaktı. Bu emri 9 Temmuzda alan Süleyman Paşa, kolordusunu Bar limanından vapurlarla Dedeağaç'a ve trenle cepheye nalk etmiştir.)

(30 Temmuz) İkinci Plevne zaferi. (23 bin asker ve 58 toptan ibaret kuvveti ile Osman Paşa, 50 bin asker ve 184 topluk Rus kuvvetini püskürttü. Ruslar 7 bin ölü bıraktılar. Rus ileri harekâtı durdu. Çar, Romanya'dan yardım istedi. «İmdadımıza gel! Türkler bizi mahvediyor! Hristi- yanlık davası kaybedilmiştir!..»

(31 Temmuz) Süleyman Paşa kuvvetleri Eski Zağra'yı kurtardılar.

(20 Ağustos) Süleyman Paşa en seçkin kuvvetlerle Şıpka geçidine taarruz etti. Yedi gün süren savaşın neticesinde çekilmeye mecbur kaldı. (Böylece Plevne'ye Şıpka'dan yardım etme imkânı ortadan kalkmış oldu. Gerek Paşa'nın hatâları gerek Rusların zamanında yetiştirdikleri takviye kuvvetleri buna sebep olmuştur.)

(22 Ağustos) Mehmed Ali Paşa kumandasındaki Şark ordusu Plevne'ye yardım için harekete geçerek ayın 22/23 gecesi Ayazlar, 30'unda Karahasanköy ve 5 Eylül'de Kaçı lova ile Ablova zaferlerini kazandı. Fakat çok ağır hareket eden Paşa, düşmanın toparlanmasına fırsat verdiğinden 21 Eylülde Çayırköy'de kaşılaştığı düşmana mağlûp olarak geri çekildi. (Bu suretle ric'at halindeki Rus kuvvetleri toparlandı, Plevne yalnız kaldı ve Rus zaferi kesinleşti.)

(11 Eylül) Üçüncü Plevne zaferi. (Plevne'deki 30 bin mevcutlu Türk kuvvetine Ruslar 100 bin asker ve 432 top İle 7 Eylül sabahı hücum ettiler. Dört günlük topçu ateşinden sonra, 11 Eylül günü sabahtan akşama kadar devam eden taarruz, Rusların bozgunuyla sona erdi. 3 General, 350 zabit ve 15 bin nefer kaybettiler.)

(28 Eylül) Mehmed Ali Paşa'nın Başkumandanlıktan azledilerek Süleyman Paşa'nın tayini.

(20 Ekim) Şıpka'dan getirilen General Gurko'nun 35 bin kişilik ordusu ile Sofya - Plevne yolunu işgali, (3 Eylül'de Lofça kasabasının kanlı bir savaş neticesi düşman tarafından işgalinden sonra Plevne'ye sadece Sofya'dan iaşe gelmekte idi. Bu yol da elden çıktığından Plevne'deki şanlı ordunun elindeki imkânları tükenince teslim olması mecburi oacaktı.)

(4 Aralık) Süleyman Paşa ordusunun bir sürü başarısızlıklarına rağmen Deli Fuad Paşa fırkasının Elena civarındaki düşmanı imhâ ederek ve esir alarak zafer kazanması. (Orhaniye'de son ümid olarak bir imdat ordusu kurup Mehmed Ali Paşa emrine verilmişti. Plâna göre Süleyman Paşa Elena'ya, Güney Ordusu Kumandanı Rauf Paşa, Balkanlar'm kuzeyine ve Mehmed Ali Paşa, Lofça'ya taarruz edecekler, sonra birlikte Tırnova'ya yürüyeceklerdi. Ama Rauf Paşa yerinden kımıldamadı. Mehmed Ali Paşa ise ilk adımda Gurko tarafından püskürtüldü.)

(10 Aralık) Plevne ordusunun düşmanı yarma hareke¬tine girişmesi, Gazi Osman Paşa'nın yaralanması ve esir düşmesi. (1.Н. Dânişmend merhum bu huruç hareketini şöyle anlatıyor: «Beşer kudretinin üstünde bir hamleyle yapılan bu ulvî harekette aç, zayıf, hasta, bitkin ve pejmürde kılıklı Türk yiğitleri çokluk ve tokluk içinde dalgalanan 150 bin kişilik düşman ordusuna saldırıp Vid suyunu geçmeye çalıştığı ve hattâ büyük muvaffakiyetler elde ettiği sırada her taraftan çevrilmiş çok kanlı bir mücadele olmuş, 2500 şehid ve 3500 yaralı verilmiş ve hattâ o bâdirede muhteşem Gazi Osman Paşa merhumun sol dizinden giren bir kurşun atının karnına saplanmış ve tabii artık ırkının ulu tarihine şeref veren mübarek ordu ile başındaki Şahnâme kahramanı muzafferiyetten daha şerefli bir esarete yükselmiştir.» Kılıcı kendisine iade olunan Gazi Osman Paşa'yı Rus Generalleri tebrik etmişler ve kendisini karargâha götüren arabanın yanında yâver gibi ona refakat etmişlerdir. Kahramanımız 12 Aralık'ta tmpara- tor'urı huzuruna çıkmış, 16 Aralıkta ise maiyeti ile beraber Rusya'ya götürülerek orada iki ay kadar misafir edildikten sonra Ayastafanos sulhünün imzası üzerine yurda dönmüştür. Plevne müdafaası 4 ay 23 gün sürmüştü.)

(11 Aralık) Meçka muharebesi ve Türk ordusunun çekilmeye başlaması. (Deli Fuad Paşa'nın kazandığı Elana zaferinden istifade edemeyen Süleyman Paşa .birkaç gün geçirdiğinden, Ruslar, Tırnova'ya birçok takviye kıtaları getirmişlerdi.)

(14 Aralık) Daha önce 28 Şubatta sulh imza etmiş bulunan Sırbistan yeniden harp ilân etti. 10 Ocak Ш8 de Niş'e girdi. Aynı gün Karadağ ordusu da Bar limanını ve 19 Ocak'ta da Ülgün limanını zabt etti. Romanya ordusu 24 Şubatta Vidin'i aldı. Yunanistan bile 2 Şubatta Teselya'ya 12 bin asker sevk etmiş bulunuyordu.

1878

(3 Ocak) Sofya'nın Ruslar tarafından işgâli.

(8 Ocak) Kızanlık ve İhtiman'm işgâli.

(9 Ocak) 40 - 50 bin kişilik bir ordu ile Şıpka geçidini aşan General Radetzi, Şıpka kolordusunu çevirdi. Kanlı savaşlardan sonra Veysel Paşa ve kolordusu teslim oldu. (Daha önce, düşmanın İstanbul'a girmesini önlemek için Türk kuvvetlerinin Edirne ve Çatalca tahkimâtırıda toplanması teklif edilmişse de İstanbul'daki askerî müşavirler ve Serasker Kaymakamı Rauf Paşa buna muhalefet etmiş, o fikirde ısrar eden Süleyman Paşa'yı da zorla Tatarpazareığj'na. göndermişderdi, Şıpka mağlûbiyetinden sonra ise müdafaa imkânı kalmadığından düşman İstanbul'a kadar gelmiştir. Süleyman Paşa ise yollar kapandığından Gümülcüne'ye doğru çekilmişti.)

(11 Ocak) İbrahim Edhem Paşa'nın azli ve Ahmed Hamdi Paşa'nın sadâreti.

(14 Ocak) Yeni Zağra, Çırpan ve ,Tatarpazarcığı'nm işgâli.

(17 Ocak) Filibe'nin işgâli.

(20 Ocak) Edirne'nin işgâli. (Edirne'de Ahmed Eyüp Paşa kumandasında 8 bin asker bulunuyordu. Mehmed Ali Paşa'nın mağlûbiyetini ve Edirne'ye uğramadan İstanbul'a gittiğini öğrenince, o da şehri boşalttı Bu sebeple General Skobelef ordusunun öncüsü General Strokof şehri zahmetsiz işgal etti.)

(26 Ocak) Dimetoka ve Uzunköprü'nün işgâli.

(29 Ocak) Çorlu'nun işgâli.

(31 Ocak) Edirne Mütâkeresi.

(4 Şubat) Ahmed Hamdi Paşa'nın azli ve Ahmed Vefik Paşa'nın sadâreti.

(5 Şubat) Silivri'nin işgâli.

(6 Şubat) Çatalca'nm düşmesi.

(13 Şubat) îlk Meclis-i Mebusan'ın tâtil edilmesi.

(3 Mart) Ayastafanos Sulhnâmesi'nin imzası. (Bu anlaşmaya göre Avrupa'daki Osmanlı topraklarından 237.298 Km.kare tutarında toprak ve doğuda ise Kars, Artvin illeri ile Kotur kazası elimizden çıkıyordu. Bu ağır anlaşma 13 Temmuzda imzalanan Berlin muahedesi ile hafifletilmiştir.)

93 HARBİ NE DÂİR KAYNAKLAR

Abdülkerim Nâdir Paşa: Serdâr-ı Ekrem Abdülkerim Nâdir Paşa'nın Müdafaanâmesi. İst. 1329 Ahmed Cemal: Plevne Müdafaası. İst. 1316. Ahmed Cevdet Paşa: Tezâkir, 40 ve Tetimme. (Neşre hazırlayan Cavit Baysun) Ank. 1967, Ahmed Halil: Şark Muhârebâtı. îst. 1321. Ahmed Midhat Efendi: Üss-ü İnkılâb. c. 2, İst. 1295. Ahmed Midhat Efendi: Zübdet-ül Hakaayık. İst. 1295 Ahmed Muhtar Paşa: Sergüzeşt-i Hayâtımın Cild-i Sânîsi, 1294 - Anadolu'da Rus Muhârebesi. İst. 1328. Ahmed Sâib: Abdülhamid'in Evâil-i Saltanatı. Mısır 1326. Ahmed Sâib: Son Osmanlı Rus Muhârebesi. Mısır 1327. Ali: Yıldız'ın Hatâsı, Devlet-i Aliyye Rusya Muhârebesi. İst. 1327.
Ali Fuad: Musavver 1293 — 1294 Osmanlı Rus Seferi, Tarih-i Siyâsî. İst. 1326
Ali Fuad: Süleyman Paşa Ordusunun Balkan'daki Harekâtı. İst. 1340.
Ali Haydar Midhat: Midhat Paşa, Hayat-ı Siyâsiyesi, Hide- mâtı... (1) Tabsıra-i İbret ve (2) Mir'ât-ı Hayret. İst. 1325.
Atıf: 1293 Senesinde Kars'ın, Sukuutu Sebepleri Hakkında Rapor. İst. 1926.
Bay kal, Bekir Sıtkı: 93 Harbi fenasında muhtelif tavassut ve sulh şayia ve teşebbüsleri. Belleten, sayı 19, Ank. 1941. Baykal, Bekir Sıtkı: 1877 — 78 Harbi ve bununla ilgili meselelere ait vesikalar. İst. 1942. (Tarih Vesikaları Dergisi 3, 7 ye 8. sayıların ayn bası.)
Baykal, Bekir Sıtkı: Doksanüç Harbi arifesinde Osmanlı Devletiyle büyük devletler arasındaki münâsebetler. Ank. Ünv. D. ve T.C. Fak. Dergisi c. 3, sa. 2, Ank. 1945. Baykal, Bekir Sıtkı: Şark Buhranı ve Sabah Gazetesi, 1876. Ank. Ünv. D. ve T.C. Fak. Dergisi, c. 6, sa. 5, Ank. 1948: Berlin. Ayastafanos, Kıbrıs Muâhedenâmeleri: îst. 1324. Dânişmend, İsmail Hâmi: İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi. C. 4, İst. 1972.
Engelhardt, Eduard: Türkiye ve Tanzimat. (Çeviren: Ali
Reşad) İst. 1328.
Goltz Paşa: Plevne (Çeviren: M. Tahir) İst. 1316. Gürsel, Halûk F.: Tarih Boyunca Türk — Rus İlişkileri, Bir Siyâsi Tarih İncelemesi. İst. 1968.
Halil Riişdü (Çev.): 1877—1878 Osmanlı Rus Seferinde Os-manlı Komandanları. İst. 1329. (Yazarı Fransız «J»dir.) Herbert, Frederich: Plevne Müdafaası. (Çev. Nurettin Ar- tam) îst. 1954.
İbrahim Edhem: Sebat ve Gayret, Kıyametten Bir Alâmet. İst. 1296.
İnal, İbniilemin Mahmud Kemal: Osmanlı Devrinde Son Sadrâzamlar. 4. b., İst. 1969.
İskit Yaymevi: Mufassal Osmanlı Tarihi, c. 6, İst. 1963. Jacometi: Mes'uliyet. İst. 1294. Karal, Enver Ziya: Osmanlı Tarihi, c. 8, Ank. 1962. Keçecizâde İzzet Fuad: Kaçırılan Fırsatlar. İst. 1325. Kocagüney, Vehbi: 1877 — 1878 Osmanlı — Rus Harbinde Aziziye Tabyası Savaşları. Ank. 1965.
Kurat, Akdes Nimet: Panislavizm. Ank. Ünv. D. ve TC. Fak.
Dergisi, c. 11, sa. 2 — 4, Ank. 1953.
Kurat, Akdes Nimet: Türkiye ve Rusya, 1798 — 1919. Ank.
1970.
Kurat, Yuluğ Tekin: 1877 — 78 Osmanlı Rus Harbi'nin Se-bepleri. Belleten, sayı 103, Ank. 1962.
Kurat, Yuluğ: Tekin: Henry Layard'ın İstanbul Elçiliği.
Ank. 1968.
Kurtoğlu, Fevri: 1877 — 1878 Türk — Rus Harbinde Deniz Hareketleri, ist. 1935.
Kutucuoğlu, S. Zeki: Gazi Osman Paşa Plevne'de. Ank. 1957.
Mahmud Celâleddin Paşa: Mir'ât-ı Hakikat. İst. 1328. Mehmed. Arif: Başımıza Gelenler. Mısır 1321. Mehmed Es'ad: El-Kâfi. İst. 1293.
Mehmed Hulfisi: Niçin Mağlûp Olduk? 1877 — 78 Osman¬lı — Rus Seferi, Avrupa Cihetindeki Harekât. İst. 1326.
Mehmed Memduh Paşa: Mir'ât-ı Şu'ûnât. İzmir 1328.
Mehmed Sâdık Rıfat Paş« 1293 Osmanlı — Rus Muh&re besi Tarihi.
Mısıroğlu, Kadir: Moskof Mezâlimi. İst. 1972.
Osman Nuri: Abdülhamid-i Sânî ve Devr-i Saltanatı. İst. 1327.
Öztuna, T. Yılmaz: Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi, c. 12, İst. 1967.
Öztuna, T. Yılmaz: Resimlerle 93 Harbi, İst. 1969.
Pakalın, Mehmed Zeki: Son Sadrâzamlar ve Başvekiller. İst. 1940.
Reşit: 1293 Seferi, Avrupa'da. İst. 1326.
Ryan, Charles S.: Kızılay Emri Altında Plevne ve Erzu¬rum'da, 1877 — 78. (Çeviren: A. Rıza Seyfi) İst. 1962.
Sedes, I. Halil: 1877 — 1878 Osmanlı — Rus ve Romen Sa¬vaşı. 12 cilt, İst. 1935 — 1955.
Süleyman Paşa: 1293 Türk — Rus Muhârebesi Hakaayıkın- dan, Hulâsa-i Vukuuât-ı Harbiyye. (Nâşiri: Necmi Râci) İst. 1324.
Süleyman Paşa: Umdet-ül Hakaayık. İst. 1928. Süleyman Paşazade S&mi: Süleyman Paşa'nın Muhâkemesi. İst. 1328 (2.b 1928).
Şimşir, Bilâl N.: Rumeli'de Türk Gcfcleri, Belgeler, 2 cilt, Ank. 1968 — 70.
Talât: Plevne Müdafaası. İst. 1316.
Tarısel, Fevziye Abdullah: Süleyman Hüsnü Paşa ile Nâmık Kemal'in Münâsebât ve Muhâberâtı. Türkiyat Mecmuası, cilt 11, İst. 1954.
Tansel, Nelâhaddin: 93 Seferi, 1877 Harbinin Sebepleri. Ank. 1943.
Tarih-i Osmânî Encümeni: Moskofların Edirne İstilâsına Dâir Vesâtk, 1295, Kumandan Nâmık Paşazade Cemil Paşa'nın takriri. TOEM, sayı 47, İst. 1333. Türkgeldi, Al! Fuad: Mesâil-i Mühimme-i Siyâsiyye. (Neşre hazırlayan: Bekir Sıtkı Baykal) c. 2, Ank. 1957. Us, Hakkı Târik (Haz): Meclis-i Mebusan (zabıtları) 1293 — 1877. 2 cilt, İst. 1939 — 1954.
Uzunçarşulı, 1. Hakkı: Ali Suâvi ve Çırağan Sarayı Vak'ası. Belleten, sayı 29, Ank. 1944.
Uzunçarşılı, 1. Hakkı: Şıpka kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa'nın menfa hayatına dâir bazı vesikalar. Belleten, sayı 45, Ank. 1948.
Uzunçarşıh, 1. Hakkı: Tersâne Konferansı'nın mukarrerâtı hakkında şura mazbatası. İst. Ünv. Tarih Dergisi, sayı 9, îst. 1954.
Yorga: Osmanlı Tarihi. (Çeviren: В Sıtkı Baykal) c. 5, Ank. 1943.
YJŞ. (Çcv.): Osmanlı Rus Seferinde Halyas, Ziven, Kars Muharebeleri. İst. 1326.
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #3 on: May 28, 2010, 05:37:18 pm »

ZAĞRA MÜFTÜSÜNÜN HATIRALARI

Tarihçe-i Vak'a-i Zağra

NÂŞİRIN İFADESİ


1293 de vuku bulan Türk — Rus muharebesi sırasında, Şarki Rumeli'de bulunan Eski Zagra kasabası, küçük bir Rus müfrezesi tarafından zabt olunmuştu. Bu işgal sırasında çatışma olmamış müslümau halk evlerinden çıkmayarak, hâneleri içinde ve muhasara altında kalmışlardı.
Fakat bu kasaba ile civarındaki köylerde bulunan Bulgarlar, Rusların da yardımıyla, müslümanlaruı aleyhinde anlatılması imkânsız feci zulümle!  icra etmişlerdir, İnsanlık tarihine o derece iğrenç sayfalar eklemişlerdi ki, hatırlanması bile insanın tüylerini ürpertir.
Basılmakta bulunan «Neler Çektik» adındaki eserimden aşağıya aldığı, beyitler, uğranılan zulümlerin esef. verici birkaç örneğidir:
Çekerek Rus Bulgari pîşe Başladı ehl-ı dini teftişe Bağteten kıldı evleri şebhûn. Neler etti neler o mel'ûnûn' Pir ü bernâ edilmeyip tefrik, Bâb-ı dâre edildiler talik. Dayımın bend edip de ellerini, Kıldılar lime lîme her yerini. Kimini gömdüler yere canlı, Demeyip ihtiyar delikanlı! Kiminin kestiler edep yerini, Verdiler ağza canlı etlerini! Kimine giydirildi kızgın sac.Zulmü gör bundan eyle istintaç! Ne fenâlıklar etti bizlere âh, Yere girsin yere o rûy-ı siyâh! (1)

Bu müessif vakaların cereyanı sırasında henüz sekiz yaşımda idim. Bununla beraber o alçakça zulümlerin ve evleri yıkan fecaatlerin acı sahneleri, şimdi de zihnimde kazılmış birer nakış gibi durmaktadır.
«Zağra Vak'asında, ancak pek noksan bir şekilde ortaya konmuş olan Bulgar mezâlimine hedef olmamış bir Zağralı tasavvur edilemez. Her aile, mazlum bir şehidin kanlı hatırasıyla elemlidir. Kiminin oğlu, kiminin babası, kiminin de henüz kundakta olan ciğerpâresi, bir hiç için, sadece müslüman kanı dökmüş olmak için ödürülmüş...
Nice müslüman hanımlar dul ve kimsesiz kalmış ve:

Bir alil oğluna nida ediyor. «Ali oğlum beni bırakma» diyor... Değneği dest-i ra'şedârında Bir kadın durdu yol kenârında, Bakıp etrafına melûl ü hazin, Şöyle etti beyân ı kalb-i mekîn: •«Aç vatan sineni bu âcize ki, Bir avuç yer de ver bu fâize ki, Bikesim sen benim penâhımsın, Bâis-i rahmet i İlâh'ımsm! Ey vatan, ey melike-i ümmet! Hubbün imânıma büyük hüccet! Zevcim oğlum senin kucağında,

Bana yer yok mu bir bucağında?

Yetiş imdada nerdesin ecelim,

Terk-i can etmek en büyük emelim!..»

Fervadıyla ağlamıştı.

Uzun söze ne hacet! Eserin okunması ile Rus — Türk muharebesi sırasında Rumelilerin uğradıkları fecaatler hak¬kında, kısaca da olsa, bir fikir edinmek mümkün olacaktır.

«Vak'a-i Zağra» merhum pederim tarafından 1301 (1885) tarihinde, eski Rumeli Harp Orduları Başkumandanı ve biz Zağralıların muhterem kurtarıcısı merhum Süleyman Pa şa'ya oğlu Sâmi Bey vasıtasıyla takdim kılınmıştı. Biz o sırada aziz dostum Sâmi Beyefendi ile birlikte Mekteb-i Mülkiye'de bulunuyorduk. Bu mektep Meşrutiyetten sonra İstanbul İdadisi olmuştur.

Merhum Süleyman Paşa, Rumeli'de icrâ edilen askerî harekâtı ve harbe ait birçok hakikatleri ihtiva eden, ayrıca, harpten sonra ortalığa yayılan yalan rivâyet ve şâyiaları inceleyen ve «Vak'a-i Zağra»yı tenkid eden bir cevap yazmıştı.

Bu kitap Meşrutiyet'in ilânından sonra «1293 Rus — Türk Muharebesi Hakaayıkmdan Hulâsa-i Vukuuât-ı Harbiyye» adıyla neşredilmiştir.
İstibdat devrinde korku ile döşeme tahtaları altında gizliyerek mutlu hürriyet devrimize eriştirebildiğim «Vak'a-i Zağra»yı, harp tarihimize nâçizâne bir hizmette bulunmak maksadıyla neşrediyorum.

Eser üç kısımdır:

Birinci kısım: Tarihçe-i Vak'a-i Zağra,
îkinci kısım: Herciimerc-i Kıt'a-i Rumeli,
Üçüncü kısım: Hicretnâme, olup manzumdur.

Bütünüyle askeri ve edebi bir eser olması sebebiyle silâh arkadaşlarımla ilim ve fazilet sahibi zatların takdirine mazhar olacağını ümit ederim.
Eyüb, 7 Temmuz 1326 (1910)

Topçu Mümtaz Binbaşı Necmi Râci

MÜELLİFİN İFÂDESİ

Hicrî 1294 (Rûmî 1293, Milâdî 1877) senesinde Rusya Devleti'nin, Devletimiz aleyhine açtığı muharebede, Rusların birinci defa Balkan'ı aşarak Kızanlık ve Zağralar'ı istilâsı sırasında Eski Zağra kasabası Rüşidiye mektebi muallimi idim. Müslüman halk arasında olarak ailemle birlikte esir ve mahpus kalmış, pek çok belâlar ve tehlikeler geçirmiştim.

Arkasından Süleyman Paşa merhumun Zağralar'ı geri alması üzerine İstanbul'a hicret etmiştik. Burada başımızdan geçen hadiseleri dinlemek ve öğrenmek hususunda büyük bir arzu ve rağbetle karşılaştım.
Bu umûmi istek sebebiyle ve emir ve irâdelerine uymayı borç bildiğim bazı yüksek zatların işâretleri ile bu «Vak'ari Zağra» adındaki küçük tarihimi hikâye tarzında yazmış idim.
Yazılan parçalar henüz müsvedde halinde iken bile, gerek istinsah edilmek ve gerek okunmak için geniş bir rağbete mazhar oldu.
Bunun üzerine risale şekline konarak bastırılması icap etti. Maarif-i Umumiyye nezâretinin izni ile basılmak üzere iken üzücü Plevne vakası ortaya çıktı. Bütün emeller eleme döndü. Risalenin basılması da bu şekilde geriye kaldı.
Bununla beraber pek çok zatlar tarafından istinsah olunmuş ve okuyanların takdirini kazanmıştı.
Bu muharebeyi çok iyi bilen, doğru sözlü bir kumandanımız eseri okuyarak tesadüf ettiği yanlışları tashih ve noksanları tamamlamak maksadıyla bize bilgi verdi. Merhum Abdi Paşa'mn Divan ı Harb'e verdiği lâyiha da sonradan elime geçti. Bunlara dayanarak yeniden tashih ve tadiller yaptım. Pek çok vakaları da ekliyerek işbu nüshayı kaleme aldım.
Âciz eserimin edibler arasında ele alınacak kadar bir meziyeti yoksa da, içindekiler okunmaya değer bulunmuştur.
Müsait bir zamanda basılarak neşrolunması hakkını sevgili evlâdım topçu mümtaz yüzbaşısı Ahmed Necmeddin —Allah onun âkibetini daha hayırlı etsin oğluma terk ve tevdi eyledim. El yazımla olan bu kitabı kendisine bir yadigâr ve beni anıp dua etmesi için bir vesile-i duâ ve tezkâr kıldım..

5 Şaban 1314   27 Kânunuevvel 1312 (1896)

Garka-i cürm ü hatâ, hayır duâ muhtâcı Mustafa-zâde Hasan-zâde Hüseyin Râci

BİRİNCİ KİTAP
TARİHCE-İ VAK'A-İ ZAGRA


 Bismillâhirrahmânirrâhîm

Ham d ü senâ-yı bîintihâ ol Mâlik-ül Mülktüizzü men teşau ve tüzillü men teşâ biyedikel hayr— hazretlerine lâyık ve sezâdır ki din-i İslâm'ı nice ihtilâfât ve vukuuâtın sademâtı tesîrinden hıfzü himâye ve şevket-i İslâm'ı galebe-i a'dâdan vikaaye buyurmuştur. (1).

Ve salât-ı lâtuhsâ cenâb-ı Resûl-i Kibriyâ aleyhi ekmel-it tehâyâ efendimiz hazretlerine şâyeste ve ahrâdır ki livâ-yı dîn ü nusreti şark u garpte temevvüc ve ihtizâz ile kulûb-i a'dâya tezelzül-endâz ve âfitâb-ı şerîati âfâk-ı adâlette şa'şa'a-efrâz-ı i'câz oldu.

Ve tarziye-i giranbahâ ol Habib-i Zîşân'ın ashâb-ı vefâ ve ahbâb-ı bâ-safâsına cesbân ve revâdır ki i'lâ-yı kelimetullah ve i'zâz-ı dîn yolunda hicret ü cihâd me sâkkına göğüs gerip can fedâ etmekten aslâ çekinmediler.

Ba'dezâ ma'lûm ola ki «Tâc-üt Tevârih»in «ahsen-i büldân ve atyib-i umrân» diye tavsif eylediği vatan-ı azizimiz «Zağra-i Alîk» kasaba-yı ferah-fezâsı ve hakikaten güldeste-i ra'nâ ve hadîka-i ulyâ olan ve diller¬de destân gibi söylenen «Kızanlık» kaza-yı dil-küşâsı hîn-i fetihten bu âne kadar dest-i isti'lâ-yı a'dâdan duhter-i dûşize gibi ırzıyle mahfûz iken işbu bin iyiyüz. doksan dört sâl-i hicrîsi Ruslar ile vukû' bulan muharebede bi-kazâillâhi teâlâ cennet-âsâ o iki kaza-yı bîhemtâ baştan başa kül olmuş yangın mahalli gibi virâneye ve dökülen bîhisâb mazlûmînin kanlarıyle selhhâneye dönmüştür. Gül bahçeleri ve meyve-i günâgûn hadîkaları Kazak atlarına ağıl ve teferrüçgâh- Iarında yeşil çemenzârlan yığın yığın yığılmış lâşelerin sel gibi akan kanlarından kıpkızıl olup vâdî-i şekaayık sanılır idi. Gönle ferah veren o bîkusûr kasırları lâre-i bûm-i şûm, ve o bînazîr mesâcidü mekâtibi düş¬man elinde soyulmuş esirler gibi ye's ü mâtemle mağ- mûm olmuştur.
îşbu gözden esirgenen beldeleri böyle görmekten ve a'dâyı bedlikaa taraflarından icrâ kılman mezâlim ü şenâyi'i işitmekten ise kör ve sağır olması bin kat evlâ idi.   '
îşte muhârebe-i mezkûrede Zağra ve Kızanlık vukuuâtını ahfâda tabsıra ve ibret olmak emeliyle sanâyi'-i inşâdan muarrâ, sâdece tahrîrini murad ve re'y-ül ayn meşhûdum ve mevsûkan mesmû'um olduğu üzre mâ-vaka'ı ketb ü îrâd eyledim.

Ancak bu hâdise ve gerek onu teâkub eden ve- kaayi-i müteellime, emsâli gayri mesbûk nevâib-i şe- nîadan olmağla ehl-i İslâm'ın bu hengâmede gördüğü ve görmekte olduğu devâhî birbirinden eşna' ve bedter ve mücerred fikr ü mülâhazası süveydâ-yı derûnu ezer ve üzer bulunduğundan efkârın galeyânı az zamanda sükûne'. bulur mevâddan olmamağla vukuâtın serd ü it- yânında zuhûr eden kusûrumun afvını istirham ve rica ile bir mukaddime ve üç fasıl ve birer hâtime lâhikadan ibâret olan işbu tarihçenin ismini «Vak'a-i Zağra» tesmiye eyledim. Ve billâh-it tevfik. 

M U K A D D İME

Rusya devleti, Kırım muharebesinde Devlet-i Aliyye ve Düvel-i Mütehâbbe'ye (3) karşı kaybetmiş olduğu askerî şanını ve millî namusunu tekrar kazan¬mak ve 1856 Paris muahedesinin düğümlerini çözmek istedi.

Bu hırsla andlaşmanın hemen ertesinde meydana sürdüğü Panislâvizm (4) fikirlerini yayarak Devlet-i Muazzama-i Osmâniyye'nin Avrupa kıtasında mevcut ve en meşru hakkı olan memleketlere göz dikti. Moskova şehrinde yaktığı fesat ocağından şıçrayan kıvılcımlarla Karadağ ve Girit isyanlarını, sonra Tuna vilâyetinde ve ondan sonra Eski Zağra, Otluk köyü ve civarındaki ihtilâl ateşlerini tutuşturdu. Bu ateşler yumuşaklıkla bastırılmaya çalışıldı. Ama kuzeyden devamlı olarak esen rüzgârın tesiri ve «Türk mezâlimi!» diye haykıran uğursuz seslerle kulağı doldurulan Avrupa'nın, ateşin büyümesine yardım edercesine susması, buna mâni oldu. Bu hal ise sonunda, birbirini takip eden Hersek, Karadağ, Sırp isyanları ve Rusya'nın haksız olarak Devlet-i Aliyye aleyhine harp ilân etmesi ile neticelendi.

Sırp muharebesinin sonunda Rusya'nın harp ilân edeceğini anlamış olan Devlet-i Aliyye düşmana karşı elde edeceği kesin zaferi sonbahara bırakmıştı. O kış, kuzeyindekine ne şekilde mukabele edilmek lâzım ge¬leceğinin müzakeresiyle ve harp için gizlice hazırlıklar yapılmakla meşgul olundu.

İşte o fırsat demlerinde bu iş Hey'et-i Devlet'çe. müzâkereye konularak etraflıca görüşüldü. Rusyalının tekliflerini kabul etmenin devletin namusuna dokunacağı ve Devlet-i Muazzama-i Osmâniyye'nin bu teklifleri kabul etmektense son dereceye ve mahv oluncaya kadar muharebe edip, yüce adını o suretle muhafaza etmesi Meclis-i Umûmî'de  kararlaştırıldı.
Bunun üzerine Osmanlı hudutlarında müdafaa vasıtalarının hazırlanması düşünüldü. Saltanat-ı Seniyye'nin o vakitki mevcut kuvveti nisbetinde Varna mevkii dâhil olduğu halde Vidin'den Dobruca kıtasının sonuna kadar olan müstahkem ve gayri müstahkem mevkilerin muhafazası ancak yüzyetmiş tabur Osmanlı askeri ile mümkün olabilirdi.
Bu kuvvetle ve nehirden de bahriye kuvvetleri ile elden geldiği kadar müdafaaya bütün kudretin sarf olunması ve vuku bulacak olan hakikî bir fevkalâde hâle karşı Edirne'de kırk bin kişilik bir ihtiyat kuvvetinin bulundurulması ve Sofya mevkiinin kuvvetinin arttırılmasına karar verldi. Bu şekilde yapılan plân Abdülhamid'in huzurunda okunarak tasvip gördü.

Bunun üzerine eski kumandanlardan olan ve Serdâr-ı Ekrem tâyin olunan Abdülkerim Nâdir Paşa, Osmanlı hudutlarının muayenesi ve eksiklerinin tespiti ile vazifelendirildi. O da Varna ve Şumnu yoluyla Ruscuk'a ve tâ Vidin'e kadar mühim noktaları teftiş etti. Yalnız Vidin, Rusçuk ve Silistre mevkilerinin oldukça müstahkem olduğunu, Tutrakan ile Niğbolu mevkilerinde de ufak tefek istihkâmlar bulunduğunu gördü. Hududun geri kalan yerleri istihkâmdan mahrum ve düşmanın tecâvüzüne müsait idiler. Bunun üzerine müstahkem yerlerin noksanlarının tamamlanmasına ve öteki yerlere de elden geldiği kadar istihkâmlar inşasına girişti. Tuna nehrinde donanma tertibatı hakkında nehir kumandanları ile müzâkerelerde bulundu.
Rusya'nın o günlerde harp ilân edivermesi ile Tuna nehri hakkında geniş bilgisi bulunan Tuna kumandanı Hüseyin Paşa'nın öyle bir vakitte İstanbul'a aldırılması ve onun yerine tâyin olunan Ârif Paşa'nın zamanında Tuna'ya gelememesi işleri bozdu.

Düşman Tuna boğazını tutarak karşı sahilleri istihkâmlarla takviye etti ve büyük çaplı toplar koydu. Mühim noktalara ise çok sayıda asker yerleştirdi. Bu suretle Tuna'ya girmesi çok lüzumlu olan gemilerimize mani olduğu gibi, nehirde mevcut bulunanları da hareketsiz bıraktı.
Kara ve deniz, bütün kuvvetlerin kumandası Serdar Abdülkerim Nadir Paşa'ya verilmişken, Bahriye Nezâretinin müdahalesi yüzünden nehir kumandanları Serdar'ın emrine uymadılar. Bu yüzden nehir kuvvetleri ile hiç bir iş görülemedi.
Rusyalı ise Memleketeyn'in askerî kuvvetleri ve şimendüferleri yardımı ile az vakitte Tuna boyuna Osmanlı askerinin iki misli kuvvet yığdı. Sonra da olanca gücüyle birçok yerlerden nehri geçmeye çalıştı.
O aralık düşmanın, istihkâm ve müdâfaadan mahrum bulunan Dobruca tarafına zahmetsizce taşıp akması ve Tulça, îsakça, Maçin kasabalarını aniden zabt edivermesi halkın kalbine dehşet ve hayret düşürdü.
Anadolu tarafında da Ardahan'ın istilâsını ve doksan adet topun düşman eline geçtiğini bildiren ürkütücü haber gelmiş ve yürek yarası olmuştu.
Rusların yirmi seneden beri Ulah, Bulgar, Sırplı ,ve Karadağlıları kendilerine bağlayarak Osmanlı Rumelisi'ni adeta benimsemiş oldukları, tecavüz etmek ve zaferi kazanmak için gerekli imkânları hazırladıkları biliniyordu. Bu yüzden en mühim ve şiddetli savaşların Tuna boyunda olacağı daha önceden Vekiller Heyeti'nce de kararlaşmış idi. Bunun için Anadolu cihetine pek o kadar ehemmiyet verilmemiş; düşmanın Dobruca'ya tecavüzü ise tabii bulunmuş, işin aslına vâkıf olanlar bu hallerden telâşa düşmemişlerdi.

Düşmanın, şimendüfer hattını elde etmek ve Balkanlar'a sokulmak için Tutrakan'la Rusçuk arasından ve Niğbolu'dan geçmesi harp fenninin icaplarından idi. Buralara tecavüz etti. Fakat pek çok uğraştıysa da başaramadı. Nihayet ümidini kesince, Rusçuk tan yukarı Ziştovi'nin karşı sahili gollük ve bataklık ve geçmeye elverişsiz olduğu halde o tarafa yöneldi. Nakliye vasıtaları mükemmel olduğundan bir gece oradan geçerek Ziştovi'yi zabt etti. Kısa zamanda büyük bir kuvvet geçirdi.

İsyan suçlusu Bulgarlar da takım takım Rus'a katılarak Balkanlar'a ilerlemesini kolaylaşırdılar.

Felâketlerin peşpeşe geldiği sıralarda Serdar-ı Ekrem'in manevrasına her taraftan müdâhale olunarak plânlarını tatbik etmesine meydan verilmedi. İşin ehli olanlar, harp sırasında başkumandanın azlini değil, hatalı bularak azarlanmasını bile doğru bulmazlarken, öyle nazik bir zamanda Serdar, suçsuz yere azl olunarak tevkif edildi. Böylece ikbal ve şöhret düşkünlerine meydan açıldı ve kumandanlar arasında fesat tohumu saçıldı.
Düşmanın Ziştovi'den geçmesi üzerine, tertip olunan manevralar hükümsüz ve Serdar ı Ekrem Abdül-kerim Nâdir Paşa'nın azli ile ordu kumandansız kaldı. Evvelce Balkanların muhafazasına tayin edilmiş olan Edirne'deki fırkadan seçkin onüç tabur Rusların Tuna'yı geçecekleri bir sırada kaldırılıp Sohum'a (9) ve neticesiz bir işe gönderildi. Bu mühim Balkan hattının boşaltılması, ileriyi görenler için ağlanacak bir facia iken Sohum ve Batum taraflarında elde edilen ufak tefek başarılar, görgüsüz ve saf halkı neşelendirdi. Bu neşe ile, Tuna boyunda müdafaa kuvvetinin yetersizliği tabiî engellerin azlığı ve kumandanların keyfî hareketleri yüzünden uğranılan mağlûbiyetlerin bir harp hilesi olduğuna inandılar. Istihkâmsız Koca Balkan'ı kendi haliyle de geçilmesi imkânsız sağlam bir sed zannettiler.

Ne bilsin kul nedir takdir i Mevlâ
Rehâ olmaz kazâ hükmün eder icrâ.


BİRİNCİ FASIL

RUSYALI GELMEDEN

Basiret sahiplerine malûmdur ki, Rusyalı'nın Tuna'dan geçmek için en az elli bin askeri gözden çıkardığı, o vakitki Avrupa gazetelerinde yazılmış idi.
Harp başlayınca, Rusçuk ve Niğbolu'dan geçmek için çok çalıştı. Gördüğü mukavemet üzerine buralardan ümidini keserek Dobruca sahiliyle Ziştovi'den geçmeye mecbur oldu. Oraları istihkâmsızdı ve kâfi miktarda müdafaa kuvvetinden de mahrum bulunuyordu.

Dobruca sahillerinin muhafaza ve müdafaası donanmaya bırakılmıştı. Düşmanın Ziştovi'den tecâvüzü ise harp fenni ölçülerine göre beklenmiyordu. Yine de Ahmed Hamdi Paşa livası Ziştovi'nin muhafazası ile vazifelendirilmiş idi.

Düşmanın Ziştovi'den geçtiği haberi Serdar-ı Ekrem'e gelince, Ruscuk'da bulunan Eşref Paşa'ya emir verilerek, bir liva asker Ziştovi'ye sevk olunmuştu. Bu liva Bela mevkiinde Ziştovi'den ric'at eden Ahmed Hamdi Paşa livası ile karşılaştı.

Ancak o gün Ziştovi'ye geçen düşman kuvvetinin çok fazla olduğunun haber alınması üzerine Rusçuk'tan giden liva Bela'dan öteye geçemedi. O sırada ise düşman, Ruscuk'u şiddetle düğmekte ve alt tarafından nehri geçmeye çalışmakta olduğundan buradan daha fazla asker çıkarmaya imkân yoktu. Esasen Rusçuk'taki asker, orayı muhafaza için de kâfi değildi.

Serdar, Rusçuk'tan zırhlı gönderilerek Ziştovi'ye yardım için bir şeyler yapılmasını Eşref Paşa'ya, Tuna Bahriye Kumandanı tayin edilip o gece Şumnu'da bulunan Besim Paşa da icâp edenlere telgraf ile emr etmiş, fakat nehirden de bir iş görülememişti.
Bunun üzerine Şumnu'da bulunan ve altı taburdan ibaret olan Safvet Paşa livası, oraya sevk olunacak kuvvete destek olmak ve hem de Bulgarların fesatlıklarını icrâya meydan verilmemek üzere Osmanpazarı'na doğru gönderilmişti.

Düşmanın sağ kanadını tehdit için Vidin'de bulunan Gazi Osman Paşa'ya ise kuvvetleri ile acele Plevne'yi tutması emr olunmuştu.
Düşmanı sol kanadından tehdit için Safvet Paşa livasından sonra bir fırka piyade daha hareket etmek üzere iken Dersaadet'ten Askerî Meclis'in kararı olarak derhal Ziştovi'deki düşman üzerine asker gönderilmesi emri gelmekle manevra değiştirilmiştir.

Emre uyan Serdar-ı Ekrem, çaresiz, bu fırkayı on tabura çıkararak Şumnu'daki süvari fırkası ile Ahmed Eyüb Paşa'ya katıp yola çıkardı Bu kuvvetler Gürçeşme denen yere vardıklarında, Rusçuk'tan oniki taburla gelen Eşref Paşa da onlara katıldı. Süvarilerimiz ise düşman süvarileri ile çarpışmaya başlamıştı.
Ancak Serasker Redif ve Nâmık paşaların fevkalâde memuriyetle Şumnu'ya gelmeleri üzerine Serdar'ın elinde selâhiyet kalmamıştı.
Nâmık Paşa ise, Eyüb Paşa nın düşmanın üzerine varmasını uygun görmemekte ve düşmanı kendi üzerine çekip uygun bir yerde savaşmasını istemekte idi. isteği gibi yapıldı.
O günlerde yine Dersaadet'ten yeni yapılıp-gelmiş olan bir plâna göre ise artık düşmanın üzerine varılmayıp, şimdilik oralarda oyalandırmak lâzım geleceği emrü irâde buyurulmuştur.

Osman Paşa'nın Plevne'ye gelişi

Evvelce beyan olunduğu üzere Vidin'de bulunan Osman Paşa'ya Plevne'ye hareket etmesi emri verildiği esnada, düşmanın Timok nehrinin altından tecavüz edeceği haberi gelerek, Rusların bir iki güne kadar Floren'den Tuna'yı geçecekleri Dersaadet'ten ihtar olunmuştu.

Bu haberi alan Osman Paşa da hareketini mecbu¬ren birkaç gün geciktirmişti. Fakat Plevne'nin tutulması harp fenni bakımından çok mühim olduğundan Serdar, Redif ve Nâmık Paşaları güç hal ile ikna ederek, Osman Paşa'yı Plevne'ye çekmiş ve icap eden talimatı vermiştir.
Düşman da Plevne'nin ehemmiyetini takdir ederek, ele geçirmek istemiş ve defalarca hücum etmişse de, Allah'a hamd olsun ki, mağlûp olmuş ve bu tedbir ile düşmanın sağ kanadı kırılmıştır.

Serdar-ı Ekrem plânını tatbikte serbest bırakılsaydı, Osmanpazarı'nda teşkil edeceği kuvvet karşısında düşmanın sol kanadı da kuvvetsiz kalarak Balkanlar'a ilerleyemeyecekti. Bu suretle zarar ve tecâvüzü de Ziştovi'ye münhasır kalabilecek idi. Ama şan ve ikbâl düşkünü harisler cehâletleri yüzünden kumandaya füzûli yere karışarak, devletin askerî namusunu kirlettiler ve bir milyon halkı ayaklar altında çiğnettiler.
Çünkü Serdarı Ekrem hazretleri, Safvet Paşa livasını Osmanpazarı'na hareket ettirdiği sırada, o tarafları çok iyi bilen Kirilde nahiyesi halkının ihtiyarlarını davet ederek, askerle birlikte hareket etmelerini istemiş ve bunlardan eli silâh tutanlarına yeni silâhlar vermişti.

Aziz Paşa fırkasını ise sevk etmek üzere bulunuyordu. Fakat muvaffak olamadı. Bu fırka, başkalarının kumandasıyla, önce Ziştovi tarafına hareket ettirildi ve yukarıda beyan olunduğu üzere oniki taburla Rusçuk'tan çıkan Eşref Paşa fırkasıyla birleşti.

O sırada Rusçuk'ta bulunan Seryâver Paşa ise, Rusçuk'ta kuvvet kalmadığını düşmanın ise alt taraftan geçmeye çalıştığını, eğer hemen asker yetiştirilmezse Ruscuk'un elden gideceğini bildirmişti. Onun bu ihtarı üzerine Yıldız'dan gelen emre uyularak Ruscuk'a da derhal asker şevkine mecbur olundu.

işte bu fırkanın başka kumandalarla ötede beride faydasız yere dolaşması ve Osmanpazarı'nda lüzumu kadar kuvvet bulundurulamaması düşmana fırsat verdi. Askerî kuvvetten vc istihkâmdan mahrum olan Tırnova'ya, Servi yolundan girerek Balkan'a doğru ilerlediler. Bunun üzerine Safvet Paşa livasının iki taburu Kazan'a gönderilerek, o nokta tutuldu.

Osmanpazarı'ndaki asker ise yine Dersaadet'in emriyle İslimye cihetine hareket ettirildi. Bu sırada Hacı Grandük Bev'in refakatiyle Edirne tarafından Şumnu'ya gelmekte olan Çerkeş süvarileri İslimye'ye varmışlardı. Bunların alıkonulması için Serdar-ı Ekrem tarafından İslimye Mutassarıfı'na emir verildi. Fakat daha sonra Rauf Paşa'nın oraya gelişinde Dersaadet'in emriyle, bu süvariler, Şumnu'ya ve az sonra ise Şumnu'da bulunan diğer süvarilerle beraber, tamamen ve mecburi olarak Balkan'ın güneyine sevk olundular.

Düşmanın bu şekilde ilerlemesine rağmen Serdar Abdülkerim Nâdir Paşa'nın ümidi kırılmamış bulunmakta ve evvelce kararlaştırılan plân tatbik olunduğu takdirde hâlâ güzel neticeler alınabileceğini ummakta idi. Bu sebeple Serdar, Nâmık ve Redif Paşalara, plânlanmış olan manevranın icrâsı ile düşmanın bu perişan halinden pek çok istifade edileceğini tekrar anlatarak, onları ikna etti. Bunun üzerine fırkanın Kadıköyü'nden Osmanpazarı'na hareketi için Ahmed Paşa'ya emir verildi. Hattâ o sırada Şumnu'da bulunan Tırnova Mutasarrıfı çağırılarak paşaların da huzurunda askerin idare tarzı müzakere olundu ve hazırlık yapması için Osmanpazarı'na gönderildi.

Ne çare ki bilinmeyen sebeplerden nâşi yine Dersaadet'ten paşalara gelen bir emir üzerine bu hareket dahi geri bırakıldı.
Bundan sonra, Şumnu'da bulunan Sâlim Paşa livası hemen Cuma ve Osmanpazarı cihetinde bulunan kuvvete katıldığı gibi, Tutrakan taraflarında o kadar korku kalmadığından, orada bulunan Âsaf Paşa'ya da Ahmed Eyüb Paşa fırkası ile Hezargrad'da birleşmek üzere on taburla hareket etmesi emri verilmişti.

Serdar ise kıskanç hasımlarından gelen darbelere göğüs germeye ve Plevne'de Osman Paşa'nın elde ettiği zaferlerden lâyıkiyle istifadeye çalışıyordu. Bunun için, yine harp fennine uygun manevrasını tatbike teşebbüs etmekte iken, mukaddimede beyan olunduğu gibi, âniden Dersaadet'e celbolunarak tevkif edildi. O fırsat demleri de birbirini takip ederek kaybolup gittiler. Düşman merâmına erdi, felâket kapıları açıldı.
Düşmanın Tuna'yı geçişi
1294 hicrî senesi Cümâdelâhîre'si ve 1293 mâlî yılı Haziran'ının onikinci günleri, mağrur düşman Tuna'yı geçerek Ziştovi'yi zabt etti. Burayı koruyan askerlerden dört yüz kadar müslümanı al kana boğdu. Ahali ağlayarak, şaşkın ve perişan yollara düşüp dağıldı. Yatak köyü halkını tamamen katliam ettiler. Servi ahalisi dahi Ziştovililerden beter bir halde, ninni ve tür-külerle, şefkat kucaklarında beslemekte oldukları, ömürlerinin meyvesi çocuklarını yollara atarak, Şıpka Balkanı'ndan aşıp Kızanlık'a döküldüler.

Bu müthiş haberler birbirini takip ettikçe heyecan son haddini buldu.

Balkanlar'ın mühim mevkiinde istihkâm inşası ile vazifeli bulunan erkânı harp zâbitlerinden Miralay Mehmed Hulûsi Bey, o aralık Şıpka'daki tabyalar tamamlanmak üzere olduğundan bir miktar Müstahfaz asker toplayarak İslimye tarafına gitmişti. Bir yandan da asker sevk edilmesi için acele ediyordu.

Haziran'ın onüçünde Tırnova şehrinin istilâ edildiği söylenirken, Gabrova'nın zaptı haberi geldi. Kalofer ve Hayın köyü taraflarında bazı Kazakların görüldüğü de bildirildi.

Bu haberler üzerine şehrin ileri gelenleri kaçmaya karar vererek, arabalarına az bir şey yükletip, çiftliğe gidecekmiş gibi, hazırlanmışlardı.
Fakat Kızanjlık kazası kaymakamı Kıbrıslı Akif Efendi bu haberleri livaya ve ta Yıldız'a telgrafla bildirmişti. işin ehemmiyeti sebebiyle Abdülhamid o gece telgrafhanede bulunmuş ve Balkan havalisindeki bütün muhabere memurları da makina başında beklemişlerdi.
Bunun üzerine eşrâfa da teminat verildi. Onlar da firar etmekten vazgeçtiler.

Topçu livası Râsim Paşa ile yukarda zikri geçen Miralay Mehmed Hulûsi Bey, sür'atle Şıpka'ya gönderildiler. Haziran'ın yirmi beşinci Cumartesi günü ge¬cesi Yeni Zağra'da birleşerek, sabah vakti Eski Zağra'ya geldiler.

Hulûsi Bey, Gabrova'dan firar eden Telgraf Müdürü'nü ve Tırnova'nın istilâ olunduğunu haber veren Karlovalı Debbağ Bekir adındaki bir yolcuyu telgrafla sorguya çekti. Sonunda bunları yalan söyledikleri için Balkan'daki istihkâmda tevkif ettirdiğini ve ceza göreceklerini söyledi. O çeşit rivayetlerin ise asılsız olduğunu beyan eyledi.

Bu tahkikatın neticesini ise Yıldız'a arz etmekle, mükâfaten bir de livalık rütbe-i refî'asını ihraz ile kâmyâb ve mübâhî oldu.
Bu Hulûsi Paşa, o gün Zağra'da sohbet esnasında öğünerek. Şıpka istihkâmını iki tabur askerle muhafaza etmenin mümkün olduğunu ve Hayın Köyü Boğazının harp fennine göre önemsiz bulunduğunu söylemiş ve buyurmuş ki :

«— Vükelâ hazerâtı işi bildiklerinden telâş ediyorlar. Biz de onların telâşları yüzünden telâş gösteriyoruz. Ama biz işimizden kalmayız. Efendim, telâş edecek birşey yoktur. Arkada Şumnu'da bu kadar asker varken, Moskof budala mı, Balkanları geçsin! Üç tabur asker buralarının muhafazasına kâfi iken, Ce- nab-ı Hak bize oniki tabur asker verdi ne telâş etmeli?.»

Bu sözlerle, çocukların bile ehemmiyetini bildikleri Hayın Köyü Boğazı'nı ehemmiyetsiz gösterdi. Ve böyle ninni ve mânilerle mahallî hükümeti ve beldenin ileri gelenlerini çocuklar gibi uyuttu!.

Mezâlime inanamadık.

Zamanın ehemmiyeti sebebiyle Edirne'den Yeni Zağra'ya giden taburlar tayın almadan ve aç olarak hareket etmişlerdi. Yeni Zağra'da ise çorba verileceği sırada alınan, çok acele edilmesi emri üzerine, çorba kazanları döktürülerek Cumartesi sabahı Şıpka tarafına acele sevk olundu.
Askerlere yirmi ikişer deste fişek verilmişti. Zaten elbiseleri de iki üç kat idi. Hava ise o gün son derece sıcak olduğundan o dağ parçası yiğitler hazan yaprakları gibi yollara dökülüp kaldılar.

Açlık ve susuzluktan pek çoğunun Eski Zağra'ya gelemeyecekleri, yolculardan haber alındı. İslâm ve Yahudilerden genç ve dinç olanlar ve bazı ihtiyarca İslâm kadınları torbalarla ekmek ve testilerle su yetiştirdiler. Çanta ve tüfeklerini yüklenip taşıdılar. Akşam üzeri güç hal ile Eski Zağra'ya vardılar. Yine de yollarda dökülüp kalanlar bütün gece gelmeye çalıştılar.

Ertesi gün gelecek askeri karşılamaya daha mükemmel şekilde tedârik ve hazırlık görülerek çıkıldı. Hattâ Yahudiler bile, araba dolusu ekmek katık, sigara ve fıçılarla su çıkardılar.

Bu erzak üç saatlik mesafedeki konak yerinde dağıtıldı. Ve asker ağırlanarak Zağra'ya getirildi.

Bu şekilde bir miktar daha asker geçip, arkası kesildi. Kızanlık ve Şıpka'daki askerin ise ondört tabur olduğu söylenmişti. Halbuki sekiz tabur imiş.
Tırnova Nâibi, Dersaadet'e giderken Zağra ve Kızanlık'tan geçti. Tırnova'nın teslimini, Ziştovi ve Servi ahalisinin düşmandan gördükleri mezâlimi yana yakıla anlattı. Fakat söylediklerine inanılamadı. Kendisinin korkaklığına verildi ve ürkmüş halde bulunduğu için öyle konuştuğu sanıldı.
Hicret etmek isteyen ahali hükümet tarafından men edildi, kaçanlar yollardan çevrildi.

Hakikaten, barbarlık devirlerinde bile hiçbir zâlim devletin yapmadığı gaddarlıklar rivayet edildiğinden, inanamamakta haklı idik. Ne kadar gâfil imişiz..
Halbuki Rusya'nın bu seferki maksadı harp kaidelerinin dışında, âdeta haydut ve eşkıya tarzında bir savaş ve Bulgarlar vasıtasiyle Balkan'ı zapt ve geçmek imiş.
 Bu anlaşılamamıştı.

Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #4 on: May 30, 2010, 09:43:23 am »

Garip bir vak'a

Haziran'ın ondokuzuncu Cumartesi günü öğlen vaktinde, havada karga şamata ve feryadları peyda oldu. O hafta Rüşdiye Mektebi'nin umumi imtihanı olduğundan mektepte hayli kalabalık vardı.
Avluya çıkıp baktık. Birkaç bin karga gökyüzünde iki bölük olmuş. Birisi kasabanın kuzeyinde Yenimahalle kilisesi üzerinde, diğeri kasabanın altında İncirli Öyük ve Yahudi mezarlığı tarafında, birbirleriyle kavga ederek iki daire teşkil eylemişler. Bu halde güneye doğru akıp gidiyorlardı.
Bu garip vak'a, bin on tarihlerinde Budin eyaletindeki Kanije sancağı muhafızı bulunan kahraman gazi merhum Tiryaki Hasan Paşa'nın Naima Tarihi'nde kayıtlı bulunan karga falını hatırıma getirdi. Rusya'nın buralara inmesi ve Zağra üzerinde dehşetli muharebe olması korkusu zihnimi tırmaladı.
Kargaların bu hallerinden ve şamatalarından, Allah bilir ya bir uğursuzluk çıkardım, gönlüm ürktü.
«— Allah sonunu hayr etsin! Bunda bir işaret olmalı.»
Diyerek, yanımda bulunanlara merhum Paşa'nın karga falı fıkrasını nakl ettim.
îşte Rusların Ziştovi'den geçerek Tırnova ve Servi'yi istilâ ve mezâlim icrâ etmeleri o günlerde imiş. Daha sonra Süleyman Paşa'nın gelişinde ise, Osmanlı askeri ile Ruslar arasındaki şiddetli muharebelerin, kargaların toplanıp döndükleri yerlerde olduğunu gördük.
Eski Zağra'da Müstahfaz askerler silâh altına alınarak, Temmuz'un biri ve Receb'in ikinci Cuma günü acele olarak İslimye tabur merkezine hareket ettiler. Yeni Zağra'ya vardıklarında beldeyi karışık ve kargaşalık bir halde ve ahaliyi şimendüfer merkezinde hicrete hazır buldular. Kaymakam yeis ve şaşkınlık içinde idi. Hükümet avlusunda silâh ve cephane sandıklarını dökük saçık gördüler.
Meğer o sabah Rus öncüleri Hayın köyüne çıkarak süvarileri Yeni Zağra ovasında görünmüş. Ahali, Yeni Zağra'yı vuracaklar korkusuyla, çekmecelerindeki paraları bile almaya elleri varamayıp, telâş  ile şimendüfere dolmuş.
Kumpanya razı olmadığı için, telgrafla istirham olunup izin alınarak, halkın parasız nakline müsaade çıkarılmış ve sabahısı Edirne'ye çekilmişler.
İşte bu halde iken, bizim Müstahfaz askerler silâhsız, kollarını sallayarak Yeni Zağra'ya varmışlar. Derhal hükümetteki silâhlarla silâhlanıp o gece helecanla orada barınmışlar. Ertesi sabah ise İslimye'ye gitmekten vazgeçerek, tehlikede gördükleri kendi vatanları Eski Zağra'ya döndüler.
Bu müthiş haberler kuşluk vaktinde Eski Zağra'ya vardı. Eşrâf ve ileri gelen zevat hükümette toplanarak bir umumî meclis akd olunacağını, Nakip Efendi çarşıda telâş ile kulağıma söyledi.
Beraber hükümete gittik. Şehrin ileri gelen eşraf ve muteber zevatının hicrete karar verdiklerini ve arabaları getirtmek için adamlarını çiftliklerine göndermekte olduklarını görerek hayret ve dehşet içinde kaldım.
Zağra'da şaşkınlık
Sade ben değil, bütün ahali iç helecanı ve yürek çarpıntısı ile halsiz ve perişan kalıp benizleri kül kesilmişti.
İşin aslı, halin doğrusu nedir söyleyebilecek kimse yok... Herkesin dili tutulmuş, nefesleri kesilmiş, mahşerden bir nümûne!
Kimisi:
«— Hayın köyü ve civarındaki Eşekçi ve Yeni Mahalle ve diğer köyler yakılmış, ahaliden kaçamayanlar katliam edilmiş. Yeni Zağra düşman eline geçmiş.»
Diyordu.

Kimisi:

«— Bulgar komiteleri ile bir fırka düşman akşama burasını vuracakmış!.»

Dediği gibi, başka bir takımı da:
«— Hayır canım, bunların aslı yok. Filân şimdi gelmiş. Hayın köyü boğazında görülen altmış kadar Kazak imiş, ahali mukabelede bulununca Yeni Mahalle'yi yakıp Balkan'a kaçmışlar.»
Diyordu.

Bazıları da, bunların hepsini reddederek, evham ve hayal olduğunu söylüyordu!
Velhâsıl böyle zıt fikirler ve hareketler arasında ahali ne yapacağını şaşırmış, ne maldan geçip firara, ne de herşeyi göze alıp j'erinde kalmaya karar veremiyordu.

Memleket içinde bir gürültüdür gidiyor, kimi hicrete hazırlanırken, kimisi de onları önlemeye çalışıyordu.
Bulgar hâinleri ise müslümanların bu telâş ve perişanlığından istifade edip haz duymakla beraber, onların çıkıp gitmelerini politika ve menfaatlerine de uygun bulmuyorlardı. Müslümanları salıvermeyip, fırsat elverirse hakkıyla intikamlarını almayı düşünüyorlardı. Müslüman ahalinin ayak takımını ve karışıklık isteyen serserileri tahrik için, sûret-i haktan gelerek sadâkat ve hulûs göstererek:

«— Komşular! Korkmayınız, hiçbir taraftan sizlere zarar gelmez. Hem Moskof buralara gelemez. Gelse bile onun işi devletledir, ahaliye dokunmaz. Nasıl dokunabilir? Hiç devletler bırakırlar mı? Siz giderseniz, evleriniz, mülkleriniz yazık mahv olur! Sonra elinizde birşey kalmaz. Yeni Zağra ne oldu, işitmediniz mi? Bizi dinleyiniz, kendinize yazık etmeyiniz, bizden size dostluk, oturun gitmeyin...»
Diyorlardı.

Böyle çeşit çeşit teminatlar verip yaltaklanarak pek çoklarını, hattâ Emin Paşa ve taraftarlarını kandırıp gitmemek tarafına çevirdiler.
«— Kimse gitmeyecek! Ne olursak beraber olacağız. ..»
Dediler.

Eşraf araba tedarik ederek eşyalarını yükletmiş idi. Âcizleri de ileri gelenlerden ve hânedandan Tevfik Bey'in gösterdiği mürüvvet ve hamiyyet üzerine, evlâdü iyâlimi onun ailesiyle gitmek üzere hazır etmiş, konaklarına götürmüş idim. Böyle iken fikir değişti ve gidilmekten vazgeçildi.

Bulgar karısının sözleri

Gidilmeye karar verildiği sırada Âcizleri, hemen bir çuval kadar eşya ve esvap alabilip, kalanları olduğu gibi bırakmıştım. Evimizi ve kalan eşyamızı ise, fırınımızı kira ile işleten bir Bulgar'a emanet ve onun muhafazasına ısmarlamış idim!
Bu Bulgar'ın karısı biz öyle ağlarken gülerek yanımıza geldi, her ne düşündülerse:
«— Efendi, çocukları göndermeyiniz; bize bırakınız; onlara evlâdımız gibi bakar ve saklarız...»
Dedi.

Fırıncı karısının bu sözü canımı yaktı, ciğerimi kebab etti, içimden kopan bir ah ile:
«— Dostum, bu telâş, bu sıkıntılar, hep o masunllar içindir. Canımız çıkmadıkça ciğerpâreleri mizden ayrılamayız.»
Cevabını verdim.
«— Siz bilirsiniz!...»
Dedi.

Sözün kısası içimizde bu şekilde fitne uyandı, maldan geçilemedi ve neticenin dehşeti bilinemedi. Oturmaya karar verildi.
Ve zorba takımı:
«— Her kim gidecek olursa, paralarız!»

Cevabını diktiler.

Keşşaf bir Faşa Ruslar Tırnova'yı zaptedip Balkan'a sokulduklarında, Bulgarlar her tarafta, evvelce verilen tâlimatlar ve sonra habercilerle aldıkları emirler gereğince harekete hazır idiler.

Müslüman halk ve hükümetler tarafından yapılanları ve askerî harekâtı derhal Rus'a rapor edip bildirmekte ve casusları her köşeyi gezip görmekte idi.
Hayın köyü boğazında yolu düzeltmekle uğraşan Rus kazmacılarını haber alan Çanakçı ve Ferdic köylerinin ileri gelen müslümanları Yeni Zağra'da bulunan o ahalinin kumandanı Paşa'ya durumu haber vererek Hayın köyü boğazının muhafazasını istirham eylemişlerdi.

Paşa cevabında:
«— Köyce çıkınız, yol üzerine büyük ağaçları deviriniz, düşman geçemesin...»
Demiş.

Bu biçâreler İslimye Mutasarrıf Vekili Nafiz Bey'e hâli anlatmaları üzerine, o da telgrafla Paşa'ya durumu arz etmiş ise de yine dinletememiş!
Sonunda keyfiyetin Dersaadet'e aksetmesi ile, oradan keşifte bulunmasına dair gelen emir üzerine Paşa, yanına üç tabur asker alarak ister istemez Ferdic dağlarına çıkmıştır.

Bu keşşaf Paşa, Ferdic dağlarında bulunduğu gün —30 Haziran 1293— General Gurko'nun emrindeki küvetlere Tırnova'dan hareket emri verildiği gün imiş. Hattâ Rusların yolda çalışmakta olan kazmacı bölükleri Paşa'ya bir kurşun atımı mesafede yol yapmakla meşgulmüşler... O halde biraz batıya doğru uzansaydı, yolda çalışanları görür, hattâ tepelerden yuvarlatacağı taş ve kütüklerle düşmanları tepelerdi. Ama ne çare basireti bağlı imiş.
Üstelik Yeni Zağra'da Selim Paşa emrinde dört tabur ve İslimye tarafında refakatinde oniki tabur seçkin asker bulunuyormuş. Boğazın müdafaasını köylülerin yuvarlayacakları kütüklere havale edeceğine kendi mevcut kuvvetini sarf edip güzelce kullansaydı, Gurko'nun, Hayın boğazından geçmesi zor olurdu.

Hacı Grandük Bey'in beraberindeki Çerkeş süvarilerini Serdar-ı Ekrem İslimye'de bırakmış iken, onları dahi bu Paşa Şumnu'ya göndermiş, buraların muhafaza ve müdafaası hususunda iyi bir tedbir ve hareket gösterememiştir!
En büyük hata ise Balkanlar'ın muhafazası için tertibi kararlaşmış olan kuvvetin Rumeli'ye nisbetle o kadar ehemmiyeti olmayan Anadolu'ya, ve hiç bir fayda sağlamayacak olan Sohum'a sarf edilerek tüketilmesi ve Serdar Paşa'nın plânı üzere Osmanpazarı'na kâfi bir kuvvet yığarak düşmanın Balkanlar'a ilerlemesine mâni olacak bir set çekilmemesidir. Dersaadet, Rumeli'nin bilmem ne için ehemmiyetini takdir etmedi?
Eyvâh bu bâzîçede bizler yine yandık!
Zira ki ziyân ortada, bilmem ne kazandık?

Teslimden başka çare kalmadı

Rusyalı, Recebi şerifin ikinci ve Temmuz'un birinci Cuma günü Hayın köyü boğazından zahmetsizce Balkan'ı geçti. Civarındaki Yeni Mahalle'yi ve ertesi gün Eşekçi köyünü vurup yaktı.
Bu haberler, birbirine zıt, çeşitli şekillerde Eski Zağra'ya geldi. Kimi düşmanı üç bin ve kimisi otuz bin tahmin ediyordu. Hattâ, Rauf Paşa'nın Yeni Zağra tarafından güya onbeş tabur asker ve Çerkeş süvarileriyle düşmana mukabele ettiği ve görünen askerin de Paşa'nın fırkası olduğu esassız yere iddia ediliyordu.
Bu durumda, tahkik edip doğru bir haber alabilmek için Yeni Zağra ve Haym köyü cihetlerine iki kol süvari jandarması göderilmek lâzım geldi. Fakat zâbıtanın başı boşluğundan bir nefer bile gönderilemedi. Ahaliden fedâi süvari tertibine kalkışıldı, bu da mümkün olmadı. Ve her ne tedbire teşebbüs edildi ise muvaffak olunamadı.
Bu âcizlik ve tedbirsizlik, korkunç âkibeti artık gösteriyordu. Memleketin muhafazasını düşünen olmadığından ahali dümeni kırık gemi gibi orsa boca gitmekte idi. Geceleri, eski usûl köhne silâhlarla köşe başlarında ve mahalle kahvehânelerinde sabahlara kadar sürüklenip güya karakol beklemekte, işten güçten kesilerek, yalan haberlerle günler geçirilmekte idi.
Bir de Temmuz'un beşinci Salı günü Kızanlık tarafından top sesi işitilmeye başlandı.
Defalarca asker gönderilmesi istirham edilmişse de gelmemiş, hicret edilmemeye de karar alınmıştı. Düşman ise ikibuçuk saatlik mesafeye kadar gelmişti. Terk-i silâh etmekten başka çare kalmadı. Çünkü hicret kapısı da artık kapanmış vakit kalmamıştı.
El-hükmü lillâh!

Ufak çarpışmalar

Fakat Bulgar eşkiyasının niyeti fesat çıkarmak ve kasabayı tahrip olduğundan, onlara karşı mukabele ve mukavemet için Müstahfaz asker tertip olunarak memleketin elden geldiği kadar korunulması derdine düşüldü.
Bununla beraber, son durum hükümet tarafından livaya ve doğrudan doğruya Yıldız'a arz olunmaktan da geri kalınmamıştı. Ara sıra Mahmut Celâleddin imzasıyla alınan cevaplarda:
«Onbeş gün kadar sabrü sebat ediniz ve mukavemette bulununuz!»
Deniyordu.

Köhne silâhlarla başsız, kumandansız, perişan ahalinin, öyle yeni silâhlarla donanmış muhtazam, kalabalık bir düşmana nasıl karşı durabileceği düşünülmüyordu.

Yeni Zağra'daki fırkadan bir tabur asker gönderilip, üç dört yüz yeni silâhla da ahaliden muktedir olanlar teçhiz edilip, taburun yardımına verilseydi, o vakit düşmanın Zağra'ya gelmesi gecikebilirdi.

Çünkü o sırada Gurko'ya verilen vazife, yalnız Şıpka Balkanı'ndaki istihkâmları alarak bu mühim noktayı takviye eylemekten ibaret imiş. Böyle olduğu halde sırf Bulgarların devamlı ısrar ve istirhamları üzerine memuriyetinin dışına çıkarak Eski Zağra'yı istilâ etmiş. Bu sebeple dökülen kanlardan dolayı, sonraları İmparator'un Plevne'ye gelişinde, Gurko'nun sorguya çekildiği ve kendisini zorca kurtarabildiği hâle vâkıf olanlardan şimdi işitilmektedir.
Şıpka istihkâmlarına gitmek üzere yüzyirmi nefer topçu ile gelmiş olan bir adet top, cephanesi olmadığından, Zağra'da durmasından bir fayda görülmeyerek Şıpka'ya gönderilmek istendi.

Topu ve silâhsız topçuları Şıpka'ya götürmek için gayrı muntazam Müstahfaz askerden elli altmış kadar nefer ve ahaliden bir miktar gönüllü tertip olunarak yanlarına katıldı.

Bunlar Temmuz'un beşinci Salı günü yola çıktılar. Kızanlık cihetinden ise devamlı top sadası geliyordu.
Kızanlık Kaymakamı, Rus'a karşı koymak hülyasıyla, Zağra, Çırpan, Hasköy kazalarından imdat istemekte idi. Bu niyetle piyade ve atlı, yüzden çok ve ekserisi çoluk çocuktan ibaret küçük bir topluluk Zağra'da birikmişti. Müstahfaz askerlerle topçuların arkasından bu karga derneği de takım takım gidiyordu.

Top ve topçularla bu derinti asker Derbend köyü sırtlarında düşmanın evvelce pusuya yatırdığı bir miktar askerin ateşine maruz kalmışlar. Böyle gaflet içinde iken taarruza uğrayıp birkaç şehit ve üç beş yaralı verilince topçu yüzbaşısı kaçmış ve askeri de dağılmaya yüz tutmuş. Top ve mühimmat arabaları bile zabt olunmak tehlikesine düşmüşken Eski Zağra'nm Aladağlı köyünden Abdülkadir Efendi yanındaki iki Çerkeş ve bir şehirli delikanlı ile sebat ve cesaret göstermiş. Topu, bir şehidi, yaralıları ve mühimmat arabalarını kurtarıp akşam ezanına yakın kasabaya getirdiler.
Topçu yüzbaşısı pek baygın bir halde olduğundan. başına dökülen üç kova su ile ancak aklı başına gelebildi.

Ve:
«Topu ve mühimmatı ben kurtardım.»

Diye, utanmadan çektiği telgrafa taltif ve takdir ile cevap geldi.
Abdülkadir Efendi zamanın âlimlerinden Tikveşli Hoca Hafız Yusuf Efendi adındaki zâtın halka-i tedrisinde 'âli ve âlî ilimleri görüp icâzet almış bir zât idi. Meşreb ve mizacı icabı Dersaadet'te kalamayıp doğduğu yer olan Aladağlı köyüne dönerek ziraatle ve civar köylerin ahalisine dinin farzlarını öğretmek gibi mübarek bir işle meşgul bulunmakta idi. Evvelce Sırp muharebesinde dahi Asâkir-i Muâvine binbaşılığında bulunmuştu. Sonra Süleyman Paşa'nın Zağra'yı geri alışında da pek çok mertlik ve yararlıkları görülmüştür. Sözü özü doğru cesur bir nıerd-i gayûrdur.
Garip şey ki, ahali o gün mirî silâhlarla donatılarak yirmişer deste fişek verilmişti. Halbuki ekserisine fişekler uymayıp kapsül ise ancak beşer altışar tane verilebildi. Daha fazlasını temin de mümkün olamadı. Çırpan yahut Edirne'den getirtmek de şaşkınlıkla kimsenin aklına gelmedi. Bunlar hep âcizlik eserleridir.

Bu silâhlar Edirne'den Kızanlık ahalisi için gönderilmişti. Fakat yollarda emniyet kalmadığından daha doğrusu bir memur bulunmadığından, bir takımı Yeni Zağra'da ve binsekizyüz kadarı da Eski Zağra'da kalmıştı. Bunların bir kısmı eski şeşhânelerden, bir kısmı da kapsüllü tüfeklerden olduğundan kapsül ve fişek uymaması tabii olup sevk memurlarının beceriksizliği idi.

Asker geliyor, gelmiyor!

İşte o askerin böyle bozulduğunu ve sekiz on zayiat ile dönüşünü ahali görünce, o gece kasaba yine baştan başa çalkalandı durdu. Hicretin önlenmesine sebep olanlara da pişmanlık geldi.
Yukarıda bahsettiğimiz Abdülkadir Efendi yakın dostum idi. Yanında oniki kadar süvari arkadaşı ile kasabada bulunuyordu. Yalnız iken, evlâd ü iyâlimi Sekban merkezine çıkarmalarını yana yakıla rica eyledim. Memnuniyetle kabul edip, söz verdi. «Gelince kazâ, daralır fezâ» denildiği gibi ahalinin ayak takımı kasabayı ablukaya aldıklarından, âilemi ne gündüz ne de gece çıkarmaya yol bulabildim. Misafir yabancıları bile çevirmekte idiler. Artık kazâya rızâdan başka çare kalmadı. Abdülkerim Efendi ile helâllaşıp, ağlaşarak ayrıldık. O da ailesini Edirne'ye kaçırmak üzere atını çekip acele köyüne ılgar eyledi.

Bu Salı günü olanlar da telgrafla Liva'ya arz olundu. Bir de umumi mazbata tanzim olunarak yardım istemek için idare meclisi üyelerinde bazıları akşam üstü ılgar ile Yeni Zağra merkez Kumandanlığına gitti.
Telgraf hattı birkaç gündür kesik olduğundan tamiri ve korunması için de ahaliden yirmibeş kadar atlı ile ileri gelen bir kaç kişi, gündüzden o tarafa gitmişlerdi. Bunlar, Yeni Zağra'da Tevfik Bey'le birleşip evvelâ Mirlivâ Dağıstanlı Mehmed Muhlis Paşa'ya ve sonra da onun vasıtasıyla Ferik Selim Paşa'ya çıkıp ayaklarına kapanmışlar. Memleketin muhafazası için üç tabur asker ve birkaç top gönderilmesini yanıp yakılarak rica ve bu askerin bir müddet için bakımını da taahhüt eylemişler.

Nihayet üç tabur askerle iki batarya topun seher vakti Eski Zağra'ya hareketlerine müsaade olunmuş ve hazırlanmışlar. Fakat sabahleyin iş değişip askere «Yerinde rahat» kumandası verilmiş.

Bütün kumandanlar, Ferik Paşa'ya rica etmişlerse de faydası olmamış. Daha fazla ısrarda da fayda görülmediğinden ricacılar Çarşamba günü tam bir yeis ve keder içinde dönmüşler. Fakat yolda, Kızanlık kasabasının istilâsını ve ahalinin o saat katliam olunmakta bulunduğunu, Zağra'rın ise alınmak üzere olduğunu ve bu halde iken firar ettiklerini, Dayı Ahmed Ağa gibi yolculardan işitmişler.
Bunun üzerine Eski Zağra eşrafından Hacı Bicizâde nalbur Hacı Ahmed Ağa ağlayarak Eski Zağra'ya dönmüş ve:
«— Şehitlerin ruhuna fatiha!»
Demiş.

Sonra, perişan ve ağlayarak Karapınar'a, oradan da hayvanlarıyla Edirne'ye gitmişler.
Beride ise ahali, aldıkları telgraflar üzerine:
«— Asker ve toplar geliyor, üç bin tayın ekmeği ısmarlanmış!»
Diye testilerle sular çıkarıp, yollarda bekleşe bekleşe bîhâl oldular.

Ağla ey gözlerim ağla,
Ne gelir var ne gider

Temmuz'n sekizinci Perşembe günü Kızanlık kazasının düşmanın eline geçtiği, Şıpka köyündeki askerin bozulup dört kıta top gittiği, düşmanın Balkan'daki istihkâmlara tırmanıp hücum etmesiyle şiddetli muharebe olduğu ve Kalofer cihetinde düşmanın ilerlediği haber alındı. Müslüman ahali son defa olarak yine hükümette toplandı,
Fakat hükümetin nüfuzu kalmamış, küçük büyüğü tanımaz olmuş, söz ayağa düşmüş. Her kafadan bir ses çıkıyordu, sanki o halde iken, böyle olması lâzımdı.
«— Gidilmeyecek! Gidenleri paralarız!»
Demekten başka söz yoktu.
Hattâ Karaçor İsmail Ağa namında biri, arkasına bir bölük baldırı çıplak alıp, ileri gelenlerden ve idare meclisi üyelerinden Edhem Bey için:
«— Edhem Ağa gidecekmiş, onu paralayacağız!»
Diyerek, bîçarenin üzerine hücum ettiler.
Müftü Efendi ile bir köşeye çekilip ağlamakta idik. Çünkü Deli Hüseyinoğlu Süleyman Cûdi Efendi namında bir arbedeci de, daha önce Müftü Efendiye gelip yakışıksız hezeyanlar savurmuş ve bu Karaçor gürûhuna da karışmış idi.
Böyle bir zamanda Karaçor fitnesi Emin Paşa eliyle uyandırılmıştı. Bu ihtilâfın asıl sebebi ise Paşa ve taraftarları ile Edhem ve Hacı Tayyar Ağalar, Tevfik Bey ve taraftarları arasındaki hased ve düşmanlık idi.
Elhasıl bir çok arbede ve ihtilâftan sonra, fitne ve kargaşa erbabı:
«— Ruslar gelirse teslim oluruz...»
Kararını vererek dağıldılar. Kasaba ve kazayı her taraftan matem bulutu sardı.

Kızanlık'in teslimi

Rusyalı, Hayın köyü boğazından geçtiğinde köylüler kadın ve çocuklarıyla birlikte orak biçmekte idiler. Eşekçi ve Yeni Mahalleliler evlerine gidemeyip tarlalıktan Yeni Zağra'ya firar eylemişler. Daha beride olan köylülerden bir kısmı Kızanlık'a ve kimisi ormanlığa savuşmuşlar. Bulgarlar bu defa yalnız yağma ile kanaat ettiklerinden orman ve ekinlikte gizlenenler evlerine gelmiş ve ahalinin çoğu yerlerinde kalmıştı.
Ruslar ileri hareket edince Kızanlık'tan üç tabur asker Yaykınlı ovasında Ruslar'a karşı durmuşlardı. Ancak Ruslar ve yardımcıları olan Bulgarlar, sayıca müslüman askerlerin birkaç misli idiler. Muntazam süvarileri ve birçok topları bulunuyordu. Osmanlı askeri ricat hatlarını muhafazadan âciz kalarak kademe kademe çekilip Kızanlık yakınındaki Karadere'ye dönmüşlerdi. Top arabalarını çekmek için kasabadan tedârik edilen hayvanlar işe yaramadığı ve mermiler ise birkaç atımdan ibaret bulunduğu için Karaderede dahi müdafaa mümkün olamadı.
Bunun üzerine Osmanlı askeri Şıpka köyü üzerindeki istihkâma çekildiler. Ruslar, Kızanlık'ı ve müslüman ahalinin silâhlarını aldıktan sonra, ertesi gün Şıpka köyündeki askeri dağıtıp Balkan'daki istihkâmlara hücum ettiler.
İstihkâmlarda birkaç tabur var ise de, cephane ve yiyecek olmadığından ve Bulgarların delâleti ile ricat hatları da kesilmiş bulunduğundan hepsinin esir düşmesi muhakkak idi.
Rus askerinin asıl istihkâmlara hücum için hazırlandıkları gece mevcut asker ve telgraf memurları mevkilerini mühimmatıyla beraber terk ederek Karlova tarafına gitmek üzere Balkan içine dağılmışlardı.
Türlü zahmet ve felâketler çekerek ve birazı da açlıktan telef olarak, orman ve uçurumlarda elbiseleri pâre pâre olup, çırıl çıplak bir halde haftasına Filibe'ye varabilmişler.
O civardaki müslüman köylülerin ifâdelerine göre, bu asker istihkâmı terk edince, öteki yoldan Şıpka'nın batısında ve iki saat mesafede bulunan Hamidli islâm köyüne çıkmayıp, kör gibi en sarp taraflara düşmüşler. Bu yüzden bîçâre zayıf ve hasta askerler ormanda kalarak, bir takımı açlıktan ağaç kabuğu ve ot kökü yiyerek ve bazıları da uçurumlara yuvarlanarak telef olmuşlar. Ancak açıkgöz olanları köylere inip ekmek alarak hayatlarını korumuşlar.
Kumandanın gaflet ve tedbirsizliği, düşmanın kuvvetinden habersiz oluşu ve bulunduğu mevkii bilmemesi bu kayıplara sebep olmuştur. Çünkü bu asker Hamidli köyüne çekilseydi, düşmanın henüz böyle birkaç tabur muntazam askeri takibedecek kuvveti yoktu. Köyler ise bozulmadığından asker yiyecek bulabiliyordu. Böylece zayiatsız olarak ya Çırpana veyahut doğru Filibe'ye gidebilirlerdi.
Yazık, yazık ki hangi hatamıza esef edelim bilemem!

General Gurko'nun tercümanı

Rusyalı, Kızanlık'a girdiği sırada iki müslüman her nasılsa öldürülmüş, fakat idareyi ele alınca Bulgarlar'a Zağra'daki kadar fenalık ettirilmemişti.
Kızanlık Kaymakamı Akif Efendi, başıbozuklara kumanda ederken, Kızanlık kenarında Karadere savaşında yaralanmıştı. Ruslar kendisini yaralı olarak haps ettiler. Yarası bakılmayarak birkaç gün sonra vefat etti.
Âkif Efendi, Kıbrıslı olup eski Mülkiye Mektebi'nde tahsil etmişti. Kıbrıslı Mehmed Paşa'nın Edirne valiliği sırasında, divan efendiliği hizmetinde bulunmuş, sonra da Yeni Zağra'ya kaymakam tayin olunmuştu. Birkaç sene burayı iyi idareye muvaffak olup, Kızanlık kaymakamlığına geçirilmişti. Nihayet burada şehit oldu. Allah rahmet eylesin.
General Gurko, Zağra'yı istilâdan sonra Kızanlık'a dönüşünde hamama gitmiş. Tercümanı olan bir Bulgar vasıtasıyla hamamın sahibi Kâmil Bey'e:
«— Askerimi hamama göndereceğim, nefer başına kaç kuruş alacaksın?»
Demiş.
Kâmil Bey:
«— Para istemem. Asker gelip yıkansın...»
Dediği halde, tercüman Bulgar, müslümanlar aleyhinde General'in gazabını uyandırmak için, onun cevabını değiştirerek:
«— Nefer başına birer ruble alırım, diyor.»
Cevabını vermiş.
Gurko'nun kızarak:
«— Bir ruble pek çok, birer frank'a kabul etsin.»
Demesi üzerine de Kâmil Bey'e dönüp:
«— General, parasız olmaz, bir fiat söylesin, diyor.»
Demiş.
Lisan bilmeyen Kâmil Bey, yine:
«— Affetsinler, bir para istemem ve memnuniyetle askerlerini yıkarım.»
Deyince, hâin Bulgar, General'e:
«— Efendim bu Türk, birer rubleden aşağı olmaz, kendileri bilir diyor.»
Şeklinde çevirip söylemiş.
Bu sırada, General'in hizmetinde bulunan bir Tatar müslüman asker, hemen Generali usulleri üzere selâmlayıp, Kâmil Bey'in cevaplarını ve tercüman hâin Bulgar'ın yanlış söylediğini tamamen ifâde eylemiş.
Bunun üzerine Gurko, Bulgar'ı şiddetle azarlayıp kovmuş ve Kâmil Bey'e pek çok iltifatta bulunmuş.
Bu hâdiseyi Kâmil Bey'in kendisinden dinledim.
Bulgar hâinleri bu türlü iftiralarla da pek çok müslüman öldürttüler.
Kızanlık ve Şıpka muharebelerinde yaralı olarak firar eden askerlerden bir haylisi üçer beşer olarak Cuma günü Zağra'ya geldiler. O gece Zağra'da misafir ve yaraları tımar edilerek ertesi Cumartesi günü Edirne cihetine gönderildiler.

Bu da hile imiş!

İstilâdan sonra Kızanlık ahalisine nasıl muâmele edildiği kesin olarak öğrenilememişti. Ama bazı firari askerlerle, gelen Bulgarların söyledikleri birbirini tuttuğundan fenalık beklenmiyordu.
Hattâ Tırnova ve Gabrova alındığı sırada kaaime para beşlik ile yüzlük kırk kuruşa inmiş ve Bulagarların kaaimenin itibarını bütün bütün kaldırarak ruble aradıkları görülmüşken Kızanlık'ta böyle olmamıştı. Kaaime revaç bulup altmış iki kuruşa çıkmıştı. Kızanlık'ta ve Rus'un istilâ ettiği öteki yerlerde yüzlük kaaimenin yüz kuruşa gittiği rivâyeti çoğalıp bizim Zağra'da bile bazı tütüncü Bulgarların onluk'u on kuruşa bozdukları oldu... Bu da bir hile imiş!
Ahali, bu söylentilerden ve Bulgarların dalkavukluk ve münâfıkça yaltaklanmalarından teselli bulup, ıldandı. Köylülere teminat verilerek köylerine ve toplanmış olanlar da yerlerine iâde edildi. Ne büyük hata!...
Balkan havâlisinde bir haftaya kadar yüzyirmibin askerin toplanacağı ve Karadağ'dan hareket eden Süleyman Paşa'nın Edirne'ye ve Mehmet Ali Paşa'nın münasip bir noktaya, akşama sabaha yetişeceği, hergün gelen ve Mahmud Celâleddin imzasını taşıyan telgraflarla haber veriliyordu.
Halkın bir hafta daha sebat ve mukavemet etmesi tavsiye ve tekrar olunuyor —ve nihayet Ruslar'ın Zağra'ya girecekleri günün gecesi— daha olmazsa kadın ve çocukların Karapınar'a gönderilerek eli silâh tutanların son dereceye dek sebat etmeleri emr ediliyordu.
Ama ne çare, iş çığırından çıkmıştı. Karşı koymak için gerekli vasıtalar noksan hattâ yok idi. Eğer o kadar istirham olunan ve müsaade edilmişken sonradan vazgeçilen üç tabur asker ve iki batarya top ile lüzumlu mühimmat Zağra'ya gelmiş olsaydı, sebat ve mukavemet mümkün idi.
Yeis ve hayrete batmış olan ahali. Şıpka istihkâmlarının sarplığına ve metanetine dair olan rivayetlere aldanarak, orasının Rusları çok zaman meşgul edeceği ve düşmanın Zağra'ya gelemeyeceği evham ve hayalleri içinde, garip garip fikirlerle birbirlerini teselli ediyorlardı.
Böyle zamanlarda pek çok hafiye ve casus bulundurup, hiç olmazsa içimizde bulunan Bulgarlar'ın niyet ve fikirlerine vâkıf olmak lâzım gelirdi. Hükümetin bu noktaları düşünmemesi veya yapsa bile başaramaması aklı başında olanlara kan ağlatıyordu.
Çünkü müslümanlarda o fedakârlığı yapacak hamiyetli adam yoktu. Hristiyanlara emniyet ise saflık veya ücretini de vererek, düşmana kendi ahvalimizi bildirmek demekti. Bulgarlar ise ölümle tehdit edildikleri halde bile sır vermezlerdi. Böyle devlet ve millet hâini bir kavimden casus kullanan kumandanlarımız pek çok aldanmışlar ve devleti de aldatmışlardı.
Aksine, Rus'un kılavuz ve casusları olan Bulgarlar daim içimizde gezip yüreklerimizin en gizli köşelerindeki esrâra vâkıf olarak hareketlerimizi teferruâtiyle düşmana bildirirlerdi. Davetçileri ve ateşli feryatnânıeleri Kızanlık'taki Gurko'ya gidip gelirdi. Bir takım yabancı Bulgarlar ise kasabanın sokaklarını ve etraftaki tepe ve hendekleri dolaşırlardı.
Bir taraftan da müslümanlara edilen zulüm iftiralarını, garazkâr muhabirler gazeteler vasıtasıyla Avrupa'ya yayarak bütün milletleri aleyhimize tahrik ediyorlardı...
Kollan bağlı dokuz müslüman
Temmuzun ilk haftası Cuma günü:
«— Yarın Rus Zağra'ya gelecekmiş!»
Havadisi Bulgarlar tarafından ortalığa yayıldı.
Bütün Bulgarlar et alarak yemek hazırlamaya başladılar.
Yabancı pek çok Bulgar'ın yine kasabayı dolaştıkları görülüyordu.
Zağra'ya ikibuçuk saatlik mesafedeki Ada Tepesi köyünü güya Kazakların yaktıkları öğrenildi. Cuma günü ise Sungurlar köyünden dokuz müslümanın kolları bağlanarak Ilıca deresinde kurşun ve süngü ile vurulup öldürüldükleri duyuldu. Bu haberleri içlerinden kaçan bir müslüman getirmişti.
İşi tahkik etmek için hemen birkaç Bulgar ileri geleni ile on kadar süvari zaptiye gönderildi.
Arkasından da Yarıklar köyü ahalisini tehdit eden çapulçu Kazak ve Bulgarların malları yağma ettikleri haberi geldi, can başımıza sıçradı.
Bu köylerin müslüman ahalisi de kasabaya döküldüler. Hadiseyi tahkike gidenler akşarçı ezanı vaktinde dehşete düşmüş bir halde dönerek vak'anın doğru olduğunu söylediler.
Kızanlık kazasında müslüman çiftliklerinin ve eşrafın mülklerinin yakıldığı bulutlara aks eden kızıllıklardan anlaşılıyordu.
Sungurlar köyünde şehit edilen ntüslümanlarm içinde zahid ve âbit Hacı Osman nâmında bir ihtiyar da vardı. Bu zat köyün büyüğü ve her milletin emniyet ve itimat ettiği bir pir idi. Her akşam odasında birkaç misafiri bulunur, Dâvut orucuna devam eder, perhizkâr bir zâtın, böyle ilk vak'ada günahsız yere kati olunmasına —riya değilse— Bulgarlar bile ağladı. Allah hepsine rahmet eylesin.
Çanlar çalıyor
Temmuz'un onuncu Pazar günü öğle namazından çıkılırken, bütün kiliselerin Rus ve Bulgar armalariyle donandığı görüldü. Çanlar çalınmaya başladı.
İslâm milleti cenaze kesilip evlerine çekildi.
Bulgarlar ise bayramlık elbiselerini giyinip ellerinde şarap ve kebap, demet demet çiçekler ve yağlı güllü ekmek ve çöreklerle, iftihar ve sevinç içinde Rus'u karşılamaya koşuyorlardı.
Çanların, can yakarcasına vahşet veren sadaları, baykuş gibi, memleketin harap olacağını ve müslümanların zulüm ve haksızlık altında inim inim ezileceklerini imâ ediyordu. O güzel şehir baştan başa keder bulutları ile kaplandı. Bu beyin tırmalıyıcı sesler müslüman halkı yürüyen ölüler haline soktu. Zâlike takdir-il azîzil alîm.
Ama Rusya devletinin katil ve yağma gibi medeniyete sığmaz zulüm ve yolsuzluklar yapmasına, Düvel-i Muazzama'nın müsaade etmeleri imkânsız sayılıyordu.
Heyhat!
Halbuki Rus Çarı ve kumandanları, resmî nutuk ve beyanlarında, bu muharebeye «Din ve Haçlı Savaşı» adını veriyor ve bütün hristiyanları İslâm âlemi üzerine tahrik ve teşvik ediyorlardı.
Bu muharebenin eski savaşlara kıyas edilemeyecek derecede mühim olduğu, İmparator, Veliaht ve diğer grandüklerin harp meydanına bizzat gelmelerinden de belliydi. Buna rağmen devletçe sağlam bir tedbir alınıp, o yola devam ve sebat edilmemiş olması, ilelebet unutulmayacak elîm hallerdendir.
(2) Alil: Hasta, sakat; dest-i ra'şedâr: titrek el; lcalb-i mekîn: mahzun kalb; bîkes: kimsesiz; penâh: sığınacak yer; bâis: sebep; hub: sevgi; hüccet: delil; terk-i can: ölmek. (H.)
(1) İki sayfa tutan bu kısa «dua ve giriş» parçasını sâdeleştirmedim. Siislil ve âhenli bir neşir örneği olarak bıraktım. Parçanın sonuna açıklamasını dip not olarak koydum.

(HAZIRLAYAN)

(2) Yukarıdaki parçanın bugünkü dil ile ve paragraf sırasına göre özü:
«Cerub ı Hakk'a hamd-ü senâ;
«Hz. Peygamber'e salâtü selâm;
«Hz. Peygamber'in arkadaşlarına dua;
«Elimize geçtiğinden beri düşman ayağı değmeyen Eski Zağra ve Kızanlık kasabalarının güzellikleriyle meşhur oluş. lan; Rusların istilâsı üzerine buraların yangın yerine dönmesi, dökülen kanlarla salhhâneye benzemesi; bahçelerin Kazak atlarına ağıl olduğu, çimenliklerin kana bulandığı, köşklerin ıssız kaldığı mescid ve mekteplerin soyulduğu;
«İnsanın bu zulüm ve alçaklıkları görmektense, kör ve sağır olmasının tercih edileceği;
«Zağra ve Kızanlık'ta olanların, gelecek nesillere öğüt ve ikaz olması arzusuyla sâde bir dille yazılması;
«Burada bizzat görülen veya mevsuk olarak işitilenle rin yazıldığı;
«Ancak bu hâdise ile ondan sonra olan üzücü vakaların şimdiye kadar görülmemiş feci şeyler olduğu; bunları sadece düşünmek bile insanın kalbini muzdarib edip, fikrini galeyana getireceğinden, olayları nakl ederken meydana gelecek kusurların affolunması ricası.» (H.)
F: 4
(3)   Devlet-i Aliyye: Osmanlı Devleti Diivel-i Mütehâbbe: Kırım Harbinde Osmanlı Devleti yanında savaşa giren İngiltere, Fransa ve İtalya. (H.)
(4)   İslâv Milletler Birliği, İslâvcılık. (H.)
(5)   Vekiller heyeti, Bakanlar Kurulu. (H.)
(6)   Çeşitli cemâat temsilcilerinin toplanmasıyla meydana gelmiş olan danışma meclisi. Henüz Meclis-i Mebusan açılmamıştı.
(7) Eflâk ve Boğdan.   1   (H.)
(i) Yazar, Abdülkerim Nâdir Paşa'nın Divan-ı Harbe ver- diği lâyihanın tesiri altında elmalı. Çünkü tarihçiler Paşa', yı suçlu bulmaktadırlar.   (H.)
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #5 on: June 06, 2010, 12:56:13 pm »

İKİNCİ FASIL
RUSYALI GELİNCE

Temmuz'un onuncu Pazar günü öğle vaktinde Rusyalılar Kızanlık cihetinden gelip Boğaz'ı tuttular. Şehrin kuzeyinde Bâdemlik denen mesire yerinde karargâh kurdular. Böylece Bulgarlar da meramlarına kavuşmuş oldular.

Kumandanları olan Gurko, müslümanların ileri gelenlerinin, Bâdemlik köşküne huzuruna getirilmelerini emr eylemiş, hükümet erkânı ve memleketin büyükleri yanına vardıklarında, sert bir tavırla iki saate kadar bütün ahalinin silâhlarının toplanmasını, aksi halde kasabanın topa tutulacağım tenbih ve ihtar etmiş.

Silâhlar acele toplanırken, müslümanların yanına «ıstab-ı âmire pâyelilerinden» Hacı Gospodin nam Bulgar gelip:
«— Haydi vakit geldi. Silâhlan teslim ediniz!»

Demesi üzerine,
«— Ya siz ne yaptınız?»
Diye sorulunca:

«— Bizden silâh alınmayacak!»
Cevabını vermiştir.

İşte korkulu rüyaların tâbiri ve neticesi çıkmay. başlamıştı. Ne çâre ki iş işten geçti!
Osmanlı askeri Kızanlık'a geçerken Yahudiler ekmek ve sularla asâkir-i şahaneyi karşılamış ve güzelce hizmet eyliyerek sadâkat göstermişlerdi. Bulgarların ise kin ve gazapları yüzlerinden belli olmakta bulunmuştu.

Hattâ o zaman bazı genç Bulgarlar, Yahudilere:
«— Rus geldiği vakit de askerini böyle karşılayacak mısınız?»
Demişler.

Yahudiler de maskaralıkla cevap ve karşılık vermişler imiş...
Hiç umulmadığı halde Rusların Zağra'ya gelmeleri üzerine, canlarını korumak niyetiyle bir hayli Yahudi, Rusları da sularla karşılamışlar.
Bulgarlar ise onları kötü duruma düşürmek için:

«— Yahudiler sulara zehir ve sıçan otu katıp zehirlemişlerdir, kimse sularını içmesin!»

Diye Rus askerlerine tenbih etmişler.
Rus askerleri birkaç gün İslâm ve Yahudi mahallelerindeki çeşmelerden su içmediler.

Hattâ:
«— Yahudiler, Moskof ve Bulgarları zehirlemek için su haznelerine iki çuval zehir döktüler!»
Diye Amerika gazetelerinde yalan haberler neşrettikleri sonradan öğrenildi.
Sanki Paskalya ve şenlik Kiliselerden hiç durmadan çanlar çalınır ve köşe başlarında silâhlar toplanırken ben de evime giderek, evlâdü iyâlimin ve komşuların helecanlarını mümkün mertebe teskin etmeye çalıştım. Çocukların sokağa çıkmalarını men ettim.
Üzüntümden evde duramadım. Yakınımızdaki Rüşdiye Mektebi'ne giderek gizli bir yerden düşmanın yaptıklarını seyretmeğe başladım.
Düşman, Kızanlık kapısından beş on süvari Kazak, komiteciler, askerler ve birkaç bin Balkanlı Bulgar çapulcusu ile şehre girdi. Önde General Skobelef bulunuyordu. Rüşdiye Mektebi yanındaki cami-i şerifin meydanında toplanmış bulunan silâhları derhal Bulgarlar paylaştılar.
Bulgar mektebi kızları hepsi aynı renkte ve beyaz elbiseler giyinmiş, başları rengarenk kurdele ve çiçeklerle süslenmiş olarak muntazam bir şekilde geldiler. Ellerindeki deste deste çiçekleri ve hususi yapılmış simit ve ekmekleri General Skobelef'in üzengisini öperek takdim ettiler. Kazakları ve askerleri memnun ettiler. Sevinçlerinden sanki paskalya ve şen-lik ediyorlardı.

Her nasılsa Rüşdiye Mektebi'nin kapısı açıldı. Birkaç Balkanlı Bulgar delikanlısı içeri girip bir hayli çiçek yoldular ve hâin hâin bakarak çıkıp gittiler. Arkalarından kapı kilitlendi. Böylece mektep bu ilk istilâda Rus ayağının pisliğinden azâde kaldı, ama sonra her şey oldu...

Kızanlık telgraf hattını parçalamış olan Bulgar serserileri, ellerinde kangal kangal telgraf telleriyle, küçük büyük, sokaklar dolusu nâralar atarak hükümet tarafına geçtiler.

Hükümet, Telgraf ve Rüsûmât dairelerini zabtederek, zaptiyeleri habs ettiler, eşyayı yağmaladılar. Telgrafhânenin cam ve çerçevelerini hurdahaş ettiler.

Cânıi-i şerife yapılanlar
Eski câmi-i şerifi soyup, kandillerini kırdılar, büyük mumları dışarı attılar, kilim, eşya vesairesini aldılar.
Bu câmd hâkân-ı mağfûr Sultan Yıldırım Bâyezid'in büyük oğlu Emir Süleyman (aleyhirrahmeti velgufran) tarafından 811 senesinde inşaya başlatılmış, fakat yarım kalmış. Sultan Mûrad-ı sânî (aleyhit tecelliyâtis sübhânî) zamanında kumandanlardan Haraza Bey nâmındaki hayır sahibi tarafından, Sultan adına ta- mamlatılmıştır. Bu mâlûmat kapısı üzerindeki tarih taşında kazılmış olarak mevcuttur. Ruhâniyetli, eski ve mukaddes, binası sağlam ve güzel, lâtif bir mâbed-i şeriftir.
İstilâdan iki ay önce, câmi'in hatibi ve mütevellisi bulunan Hacı Hafız Tahir Efendi, bakırdan iki yeni büyük şamdan ve altmış kıyye ağırlığında iki adet mum yaptırmıştı. Ayrıca Dersaadet'ten getirdiği âlâ Mısır hasırlarını yaymış, minber kapısına perde koymuş, merdivenlerine çuha döşeyerek camii süslemişti. Ramazan için de dört yüz kıyye zeytinyağı hazırlamıştı. Bunların hepsi yağma edildi. Minber kapısı ve mahfil trabzanları tahrip olundu. İnsan ve hayvan pislikleriyle müminlerin secdegâhı telvis edildi ve Kazakların atlarına ahır yapıldı.

Kuran-ı Kerim ve cüzleri parça parça edilerek ayaklar altına atıldı. Vallahu azîzün züntikaam! Hey gidi medeniyet ve insaniyet yayıcısı koca Moskof hey!.

Minarelerden bütün gün edepsizler bağrışır, Ezan-i Muhammed'iyi —hâşâ— alaya alır ve İslâmi¬yet'e hakaret ederlerdi. Müslümanları gözler, toplu gördükleri yere kurşun atarlar, kalabalık evlere hücum edip yağma ederlerdi.

Allahu Teâlâ buyurdu ki:
«Allah bir kısım insanların şerrini ötekilerle def, etmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi.» (Hacc sûresi 40., âyet).

İkinci istilâdan sonra bu cami minaresini, Bulgar hainleri barutla kubbesi üzerine yıktılar. Büyük kubbelerin kenarlarını tahrip ettiler. Bir zaman da kilise olarak kullandılarsa da birgün âyin yaparken papaz çarpılıp ölünce terkettiler. Cephanelik yaptılar. Müslümanların kasabaya dönüşlerinden birbuçuk sene sonra 1297 senesi Nisanının onaltıncı günü Bâbıâlî'nin emir ve ısrarı üzerine İslâm cemaatine teslim olundu. Tamir edildi. Halen namaz kılınmaktadır.

Kendini kuyuya atınaya
İşte hâinler bu şekilde kasabayı dolaşarak müslümanları evlerine kapanmaya mecbur ettiler. Yağmaya koyulup medeniyet ve İslâmiyet'in tahammül edemeyeceği taarruzlarda bulundular. (Allah'ın lâ'neti zâlimlere olsun.)
O gün saraç ve kavaf dükkânları yağma edildiği gibi, akşam ezanından dört saat sonra gece vakti de kadın ve çocukları çarşıya dökülerek müslüman ve yahudi mağaza ve dükkânlarını yağmaladılar.
Kasabanın her tarafından Kazak ve tüfek sesleri geliyordu. Kapı ve kepenk kırılma patırdısı ayyuka çıkmıştı.
Ailemle hânemize kapanmış bekleşir, sanki can alıp vermekle uğraşır idik.
Bir ara gaflet basıp oturduğum yerde biraz uyuklamışım. Komşunun kapısını, Bulgarların göstermesi üzerine Kazaklar, daha doğrusu intikamcı Bulgarlar kırmakta iken beni uyandırdılar.
Ev halkı ağlaşır, titreşir, kimi can korkusu ile bayılır, bazısı şaşırmış kendini kuyuya atmağa çalışırdı.
Irz ve can telâşı ile derhal hepsini samanlığa çıkarıp, samanların içine sakladım.

Komşudaki gürültü ve silâh sesi ilerleyip, kadın ve çocukları acı acı bağrıştılar. Bu sesleri duyunca dizlerim kesildi, yere düştüm, öldürdüler düşüncesiyle kendimi kaybettim.

Kayınbiraderlerim, hükümet varmış gibi, hâli bildirmek, şikâyet edip yardım istemek için hükümet konağına koştular!
Böyle tehlikeli bir zamanda onları sokağa salı vermek, mutlaka şaşkınlık eseri idi. Her ne hal ise, biraderler birkaç tehlike geçirdikten sonra, tanışık oldukları bir iki Bulgar'ın yardımı ve himayesi ile bir saat sonra selâmetle dönebildiler.

Komşu kadınların ise bir Bulgar evine sığınarak kurtuldukları, yine Bulgarlardan öğrenildi.
O esnada yukarı samanlığa çıkmıştım. Güya beş onbin asker şiddetle muharebe ediyormuş gibi, dünyayı bir patırtı bir şamata tutmuştu. Şafak henüz sökmekte idi. Düşünceye daldım. Yeni Zağra'dan kumandan Rauf Paşa bizi kurtarmaya geldi, zannederek, yeis içinde bulunan çocuklara müjde bile verdim.

Meğer bu şamata, yağma edilen dükkân ve evlerin kırılan kepenk ve kapı gürültüsü imiş!
Bu dehşet verici halde hele sabah oldu.


Dosttan esirgenenler
Sokaklara çıkmak imkânsız, herkes evinde mahsur ve şaşkın, Bulgar sarhoş ve azgınlarının sokaklarda serbestçe dolaşıp attıkları naralar ise yürekleri kan ağlatır ..
Biz bu halde düşünürken, mahallede yine bir gürültü ve feryad koptu.
«— Kapılar kırılıyor, evlere giriyorlar!»
Feryadıyla, komşular bizim avluya doluştular.
Çoluk çocuk zaten helecan içinde bulunduklarından, anneleri masum yavruların ellerine yapışıp, hepsi yalın ayak sokağa fırladılar.
«— Bizi Emin Paşa'nın konağına götür.»
Diye yola düştüler.
Sokaklar korkulu, meydanda müslüman yok. Ne ileri gidilir ne geri dönmeye gelir... Titreşerek Paşa'nın konak kapısına varıldı. Güç hal ile kapı açtırılıp içeri girildi. İnsan denize düşünce yılana sarılır. Arkamızdan komşular da ağlayarak girdiler.

Bu Emin Paşa kasabada zengin ve itibarlı idi. Bulgarlarla arası iyi olup, onları kayıran bir kimseydi. Bir ay önce ise mirlivalık rütbesi ile taltif olun¬muştu. Bu sebeple hatırı gözetilir ve konağına taarruz olunmaz diye tahmin edilirdi. Heyhat!

Halbuki beygir almak ve silâh aramak bahanesiy¬le kapısına gelen giden Bulgar ve Kazakların ardı arası kesilmedi.
Devlet ve millet hizmetinde kullanılmak üzere istilâdan önce bütün kasabada sekiz on beygir bulunamamış iken, Moskof istilâsında yedi yüzden fazla binek ve araba hayvanı toplandı.

Dosttan esirgenenleri düşman cebren ve kahren aldı. «İbret alın, ey basiret sahipleri!»


Yirmi dört saat yağma

Kızanlık'lı bir şaki Bulgar arkasına aldığı bir kol yağmacı ve intikamcılarla, ileri gelen zevâtm konaklarını ve zenginlerin evlerini yağma etmekte idiler! Hacı Veli Ağa'nın ve damadı Rüşdiye muallim-i sânîsi mühendis Şerif Efendi'nin konaklarını iğneden ipliğe dek soydular. Hacı Tayyar Ağa'nın ve Hacı Haşim Bey'in ve sonra Emin Paşa'mn konak kapılarını kırıp içeri girerlerken, Muvakkat Hükümet'ten bin rica ile alınan asker ve birkaç Bulgar ileri geleninin yetişmesi ile güç hal def edildiler.

Eşrafı ve müslüman halkı, evvelce teminat vererek hicretten alıkoyanlar ve:
«— Kılınıza zarar gelirse, bizi asınız!»

Diyen itibarlılardan Hacı Gospodin, Minçu ve Hacı Andon çorbacılar bu hadise üzerine çağırılıp, Emin Paşa'nın konağına geldiler .

Kendilerine:
«— Hacı ağalar, hani ya bu fenalıklar olmayacaktı! Manı olmaya niçin çalışmıyorsunuz? Sözünüz böyle mi idi?»
Denilince:

«— Ne yapalım, elimizde ne var? îş bizde değil, fenaların önü alınmıyor. Hem bunların kanununda bir kasaba alınınca, yirmidört saat yağma etmek varmış. Biz bilmiyorduk. Yine çalışıyoruz, korkmayın, artık birşey olmaz!»
Dediler.

Bazıları da ağladılar!...
Hacı Gospodin geri kaldı. Konuşulurken Rusya sözü açılınca:
«— Allah belâsını versin, başımıza bu felâketleri
hep o getirdi...»
Dedi.

Bu çorbacılar doksaniki yılı komite ayaklanmasında devlete sadakat göstermişler ve rütbelerle taltif olunmuşlardı. Bu vakada dahi mümkün mertebe insaniyette bulunarak uzak görüşlü davranmışlardır.
Kasaba bu halde iken, kazada müslüman köyleri ve çiftlikleri ateşe verilip cayır cayır yanmakta idi. Ortalığı bir siyah duman kapladı. Bütün kaza matemhâneye döndü. Gönüller kan ağlamakta idi.

İstilânın üçüncü Salı günü General Gurko, beldenin eşrâfını topladı. Yeni Zağra'da isyan ettikleri için asker tarafından vurulan Bulgar eşkiyasının katillerini istedi.

«— Orası başka kazadır, biz oradan mes'ul değiliz.»,

Cevabı verildi.

Helâ çukurlarında ki silâhlar

Bu yoldan itham edemeyince mevzuu değiştirdi.

«— Her kimde silâh varsa yarın öğleye kadar muhakkak hükümete teslim olunmalı. Şonra kuyular ve ayak yolları aranacak. Balta, satır ve ekmek bıçağından maada silâha dair her ne bulunursa, o hane halkı katliam edilecek ve sonra da kasaba askere yağma ettirilecektir!

Diye tehdit etti.

Rehin olarak da eşraftan, eski Rüsûmat Müdürü Rıza Bey, Derviş Bey Zade Arif Bey ve Debbağ Hacı Hafız Halil Efendi hükümette alıkondular. Ötekiler bu emrin yerine getirilmesi için geri gönderildiler.

Müslümanlara edilen eza ve cefânın gitgide arttırılmasından ötürü, ben âcizi hadden aşırı hüzün ve keder boğup, hıçkıra hıçkıra ağlar ve gözlerimden sel gibi yaşlar döker idim.

Pek çok kimseler, iyice silâhlarına kıyamayıp helâ çukurlarına atmışlardı. Bu tehdit üzerine halk birbirinden dâvâcı oldu. Bellerine kadar necasete girip türlü meşakkatle silâh çıkarmaya çalıştıkları görülüyordu.

Kuyuya atılan büyük bir bıçağımın çıkarılması ve hallerin fenalaşması düşüncesiyle o gece uyuyamadım.
Çarşamba sabahı bıçağı çıkarmakla uğraştım. Mahalle kahvesinde, meyus olup oturan komşularla azıcık hasbihal edilerek bazı varanla Rüşdiye mektebine gidildi.

O sabah:
«— Herkes dükkânını açsın, işiyle meşgul olsun!»
Diye tellâl bağırtıldığından, artık işler düzeldi ümidiyle, esnaf çarşıya gitmek üzere iken hava yine değişti.
Bulgar zaptiyeleri vasıtasiyle, kırk kadar eşraf ve muteberan ile birlikte hükümete götürüldüm.
«— Generalimizin sizlere birkaç sözü ve tenbihi var.»
Diye, umumi meclis odasına konduk.
«— Bizi ne için topladılar, acaba ne var.»
Derken, çarşı tarafından büyük bir kalabalık görüldü.
Al kan içinde
Bıçak ve sopalarla vurarak ve dürterek altı tane müslüman al kanlar içinde getirdiler. Kim oldukları¬nı tanıyamadık.
Hükümet dairesi domuz ahırına dönmüştü. Önleri haç işaretli, komite kalpaklı Bulgar vahşileri, kaba¬dayı çalımlarıyla öteye beriye gezinmekte idiler. Biz¬lere ve o altı yaralı mazlum müslümanın perişan hallerine alaylı alaylı bakıp gülüyorlardı. Bu hal elem ve kederimizi arttırıyordu.
Kır bıyıklı bir süvari generali, sekiz on kadar Kazakla geldi.

Türkçe ve ağır küfürler savurarak:
«— Askere kurşun atarsınız ha! Bağlayın şu kerataları...»
Emrini verdi.

Bizi de şiddetle azarlayarak:
«— Aşağı inin!»
Dedi.

Bizleri de derhal merdiven ayağına indirdiler. O biçareleri ise tekme vurarak ve bıçak saplıyarak bağladılar. Maksatları sadece eziyet ve tahkir etmekti. Yoksa onların zaten ayakta durmaya bile mecalleri kalmamıştı.

Bizlere dönerek:
«— Bu adamları, askere kurşun attıkları için, başkalarına ibret olsun diye şimdi kapılarının önüne asacağım! Siz de görün ve ötekilere anlatın da böyle yapsınlar... Haydi marş!»
Dedi.

Bu emir üzerine özür dileyerek, bu hale tahammül edemeyeceğimizi, bizi affedip idam yerine götürmemesini, bir ağızdan rica eyledik.
«— Olmaz, âdet böyle, gelmeye mecbursunuz. Haydi yürüyün!»
Dedi.
Derhal etrafımızı iki bölük intikamcı Bulgar askeri sardı ve marş kumandası verildi ...
önümüzde altı süvari ile General, arkamızda o altı günahsız, onların arkasında da Bulgar şakileri ve altı süvari Kazak olarak yola koyulduk!
İdam yerinde
Sokaklar iki taraflı Bulgar hunharları ile hınca hınç dopdolu idi. Yerler ise Kur'an-ı Kerim yaprakları ve parçaları ile kaplanmıştı, ayak basacak yer bulamıyorduk. Fırsat buldukça, bu mübârek yaprakları alır, mânâsında ümit verici haberler bulmaya çalışır, ceplerimize koyardık. Bulgarların kimi bize baş sallar ve elleriyle asılacak ve kesileceğimizi işaret ederlerdi.

Karagöz Alanı denilen meydanda üç araba yaralı Bulgar'a tesadüf olundu. Yanlarında iki bölük intikamcı askeri duruyordu. Bizler geçerken yaralılar inleyip sövmeye başladılar.

Bölüklerden bir şaki:
«— Kızkardaşını    diğimin Türkleri! Bizim gâvurları öldürürsünüz ha!»
Diyerek, pür-hiddet üzerimize tüfek çevirdi.

Artık sağ dönme ümidimiz kalmadığından abdestli bulunmadığımıza üzülüyorduk. Tövbe ve istiğfar edip devamlı kelime-i şahâdet getirmeye başladık.
Böyle korku ve haşyet içinde, yeis ve dehşetle idam yerine geldik.

O bîçâreler vücutlarından kanlar akarak yalvarırlar, Bulgarlara hitaben:

«— Komşular, bizde silâh kaldı mı? Kime, ne vakit silâh attık? Hanginize bir fena söz söyledik? Söyleyin! Niçin böyle yalan ve iftira ile bizleri astırıyorsunuz! Yazık değil mi, hiç insafınız yok mu?»

Dedikçe, hain gaddar Bulgarlar, cevap bulamayıp, put gibi sessiz, hareketsiz dururlardı.

Hakikaten bu mazlumlar öteden beri kendi işleriyle meşgul kimseyi incitmemiş ırz ehli adamlar idiler. Silâh attılar sözü, sırf müslümanlardan intikama vesile olsun diye uydurulmuş bir yalandı.
İnsafsızlar, zavallıların göğüslerine kunduralariyle şiddetle basarak eza ve cefa etliler. Hakaret ederek birer birer çekip saçaklara astılar. Allah cümlesine rahmet eylesin.

Ölüm bana tatlı geldi.
Bu şehitlerin arasında Sinekoğlu Hacı Halil Ağa ile onun yeni evli genç oğlu Mustafa ve Ramazan-ı şerif için gelmiş talebe-i ulûmdan bir Lâz hoca da vardı.
Baba oğul yemek yerlerken, Bulgarlar ansızın kapıyı kırıp girmişler. Para ve eşyalarını aldıktan ve türlü ezâlar ettikten sonra, bir de iftira ederek astırdılar.

Şehitler, yukarı çekilinceye kadar kendilerini kaybetmemiş idiler. Onların bu hallerini görünce, ölüm bana öyle tatlı geldi ki, sağ olarak döneceğime hakikaten esef etmeye başladım...

General ise ara sıra Bulgarlara tekdir edermiş gibi, mülâyemetle:
«— Eza etmeyin künaftır (günahtır)!»
Derdi.

Bu general, Rus kahramanı ve müslüman düşmanı General Skobelef idi.
O vakit intikamcı askerinin kumandanı ve kasabanın muhafızı bulunuyordu. Türkistan'da Türkmenleri tenkil ile de uğraştığından Türkçe biliyordu.

İş bittikten sonra bize dönüp:

«— Af edersiniz! Size zahmet ettik. Ne çare kanun böyle. Siz iyi adamlarsınız. Lâkin bunlar fena! Bir fena adam yapar fenalık, iyi adamlara da zararı dokunur. Ancak iyi olacak! Korkmayınız! Haydi yerlerinize gidiniz!»
Dedi.

Fakat o kadar hâin ve eşkiya arasından selâmete çıkmak imkânsız göründüğünden, yine öylece askerle geri götürülmemizi rica eyledik...
«— Pekiyi, başüstüne.»

Dedi ve beraber götürüp hükümete teslim etti.

Sağ geldiğimizi gören hilebaz Bulgarlar, Skobelef'e öldürülmemizi telkin ve ısrar etmişler. Tam evlerimize döneceğimiz sırada:
«— Gitmeyin, hepiniz yukarı gelin!»

Diyerek, cümlemizi yukarı divanhâneye çıkardılar.
Sofada düşünüp dururken, aşağıda süvari şakırtısı oldu.
«— Hurra!»
Alkışı işitildi.

Bulgarlar idamımızı istiyorlar

Arkasından, General Gurko yukarı çıkarak bizi selâmladı ve Bulgar müfsitleriyle umûmi meclis salonuna girdi. Yarım saat sonra kapı açılıp çıktılar. Elinde bir defter, yanında bir tercüman bulunan General'in karşısına bizi diktiler.

Defterden isimlerimizi okuyarak bir çoğunu sağına ve yedi kişi bizleri de soluna ayırdı.

Sağında bulunan Emin Paşa ve Hacı Haşim Bey'e iltifat edip gönüllerini aldıktan sonra, ters bir çehre ile bize döndü. Tercüman vasıtasıyla tehdit edici birkaç şey söyledi.

Sağındaki paşa ve beyleri göstererek:
«— Bunlar iyi adamlar, siz bunlara çok yalvarınız! Ahaliye tenbih ve nasihat etsinler ki, dışarda bir fenalık etmesinler. Bir fenalık eden olursa başını koparırım.»

Deyip, yanımda bulunan Müftü Hacı Alımed Hâzini Efendi'ye çıkıştı.

Müftü Efendi cesur ve doğru bir zat olduğundan, pek uygun, mâkul ve susturucu cevaplarla karşılık verdi.
Bu konuşma arasında Gurko:

«— Sekban'da bir Paşa var, pek fena bir adam, fenalık yapar. Süleyman Paşa... Sakın ona uymayınız. Sözlerine kulak vermeyiniz! O çok fenalık yapar! Ben onu gidip terbiye edeceğim! İşte bu kadar...»
Diyerek sözü kestirdi.

Bizleri de evvelki gün tevkif olunanların yanına koyarak kapıya nöbetçi diktiler.
«Gönül bir derdden dûçâr olur bir gayri derde vah,
Medet Hak'tan hemen encâreunı hayr eylesin
Allah.»
Ve:
«Yalvarıp ol merhametsiz düşmen-i bî-dînden,
«Gâh lutf ü merhamet gâhî inâyet istedik.»
Bulgarlar iftiralar ederek idamımıza diş biledikleri halde Gurko, idam için küçük bir sebep bile bulamayınca:
«— Bakınız! Bu adamlar ne güzel cevap verdiler. Kabahatleri yok, ne diyeyim de öldüreyim! Bu olmaz!»
Demiş imiş.
Ancak hâinlerin hatırları için tevkifimizi emr etmiş!.,,.
Temmuzun ondördüncü ve istilânın dördüncü Çarşamba günü hükümet dairesinde mevkuf tutulduk.
Aynı ayın yirminci Salı gününe, yani Süleyman Paşanın muzaffer olarak Zağra'ya girişine kadar, gördüğümüz acınacak halleri tafsilâtla anlatmak kabil değildir. Kısaca beyan etmeye çalışacağım.
Altı yüz Bulgar kesmişler!

O güne; kadar, idamlarını anlattığım merhumlarla, o sabah Tekke mahallesinde kapıları önlerine asılan mutaf Hacı Mustafa Efendi ve Hafız ibrahim Efendi adlı günahsızlardan başka, müslümanlardan telâfat işitilmemişti.

Akarca kilisesinde ekseriyetle verilen karara binâen, Perşembe günü îmâret mahallesinden iki günahsız daha evlerinde maktul bulunmuş. Muhtar ve imamı hükümete şikâyete geldiler.

Artık zulüm ve düşmanlık günden güne artmaya başladı. Ulahda Bulgar adlı iddiasında bulunan Türkçe bilir bir yüzbaşı vardı. Bazan yanımıza gelerek bizleri teselli ile güya insaniyet gösterirdi. Biz de bu muamelesinden memnun ve hoşnut olurduk.
Aynı Çarşamba günü yanımıza geldi. Sohbet esnasında:
«— Sizden bazıları fenalık ediyor, askere ve Bulgarlara karşı kurşun atıyorlar, fena şey! Bunlar olmamalı.»
ileri gelenlerden birkaçının isimlerini sayarak:

«— İşte bunlar da birkaç yüz Çerkeş ve başıbozukla Karapınar tarafında Bulgar köylerini vurup, altı yüz Bulgar kesmişler! Hattâ bu çarpışmada Tevlik ve Sâdık Bey'ler öldürülmüşler. İşte böyle fenalıklar olup duruken, kasaba çaresiz düzelemiyor...»
Dedi.

Böylece bizim haklı şikâyetlerimize karşı güya müdafaada bulundu.
Tevfik ve Sâdık Beyler gerçi, istilâdan önce Zağra'dan firar etmişler ise de, öyle asker önüne düşüp köy vurmaya geleceklerini pek akıl kesmiyordu. Lâkin vefatları haberine esef edildi. Aslı da yok imiş!.

Yüzbaşıya cevap olarak:
«— Hayır, müslürnanlarda silâh kalmadı. Silâh atan da yoktur. Ancak, müslümanları lekelemek için Bulgarlar, müslüman kapılarına silâh atıyorlar. Sonra da Türkler silâh atıyor, deyip davacı oluyorlar. Tahkik ediniz, iş böyledir. Çerkeslerle, Bulgar köylerini - urdu denen Beyler ise Rus gelmeden önce kaçmışlardı. Biz onlardan mesul olamayız. Hem onların içinde öyle arkasına asker alıp savaşa gidecek adam yoktur..»
Denildi.

«— Yok, yok siz bilmezsiniz! Ben şimdi tahkikten geliyorum, doğru böyledir.»
Diye cebinden bîr cüzdan çıkarıp jurnali okudu. Çaresiz biz de sustuk.

Eşkiyayı taltif eden Paşa

Bu köy vurulması meselesine gelince:
Daha sonra yapılan tahkikata göre, Rusya'nın Zağra'yı istilâsı üzerine Radine mahallesi istasyonunu yakarak tahrip etmek maksadiyle, Beştepe, Masırlık, Çalı mahalle ve Radine mahalle denen köylerde üç bin kadar Bulgar eşkiyası toplanmış.
O sırada Süleyman Paşa ile görüşüp müzakere ettikten sonra Yeni Zağra'ya dönmekte olan Rauf Paşa'nın maiyetindeki dört yüz kadar Çerkeş ve başıbozuk dilâverleri. bu eşkiyanın üzerine hücum ile onları perişan ve bir kısmını da cehenneme revan eylemişler.
Bunların feryatçıları Eski Zağra'ya gelmiş imiş. Hattâ yukarıda bahsi geçtiği üzere Karagöz meyda¬nında görülen yaralılar da onlardan imiş. Rauf Paşa o vakaya arkadan yetişerek Çerkesleri ve başıbozukları tekdir eylemiş. Yaralı Bulgar eşkiyasını ise taltif ile ellerine birer lira ihsan vererek Eski Zağra'ya Rus'a göndermiş! «İntibâha gelin, ey insaf sâhipleri!»
Perşembe günü, General Skobelef yanında çatal sakallı bir miralay ile yanımıza geldi.
«— Ben Kızanlık'a gidiyorum, yerime bunu bırakıyorum. İşte bu sizin büyüğünüz olacak. Ne işiniz olursa buna söyleyiniz! Size söylüyorum, yoktur bir şey, korkmayınız! İyi olacak, siz rahat olunuz...»
Gibi sözlerden sonra:
«— Allaha ısmarladık, Allaha ısmarladık!»

Dedi, çıkıp gittiler.

İki yüz müslüman yaktılar.

Çerkeslerle, Bulgar köylerini vurdukları rivayet edilen Tevfik, Sâdık, Akif, Tahsin Beylerle Hacı Tayyar ve Dayı Ahmed Ağaların haremleri hükümet konağı yanında bir hanede tevkif olundular. Osmanlı askeri gelinceye kadar karakol altında tutuldular.
Zağra'nın istilâsı üzerine intikamcı ve yağmacı Bulgarlar, Yaka Boyu'ndaki Hriste, Külbe, Bükülmük, Hızır Bey Canbazören köylerine yürüyüp para umdukları zengince müslümanları işkencelerle öldürüp, kadın çocuk demeyip ele geçenleri katliâm eylediler! Kurtulabilenler ise çırıl çıplak Zağra'ya can atabilmiştir.

Bükülmük Bulgarları, yüziki müslümanı bir samanlığa doldurup yaktılar. İçlerinden dört tanesi yaralı olarak kaçıp Yeni Zağra'ya Rauf Paşa'ya çıkmışlar. Zulümden şikâyet edip hallerini bildirmişlersede benzerleri gibi bunlar da tekdir olunarak hapsedilmişlerdir. Yaraları bile sarılmadan... Zehî insâniyet!.
İşte bu köylülerden, kılıç artığı müslümanları, birçok serseri, ellerinde bıçaklarla aralarına alarak, hükümet konağına doldurup yalın ayak ve başı kabak güneş altında, Kazak atları arasında saatlerce tuttuktan sonra hapse atarlardı.

Birkaç gün sonra ellerine bir kâğıt (idam ilâmı!) ve yanlarına bir zabıta neferi (cellât!) verilerek:
«— Haydi gidin, işinize bakın...»
Diyerek yollanırlar, kasaba dışına çıkarılınca kol¬ları bağlanıp öldürülürlerdi.
Evlere girmek, adam öldürmek, o derece arttı ki, sokaklara çıkılmaz ve yalnız evlerde durulamaz oldu.
islâm mahalleleri, dilsizler ülkesine döndü. Hiç bir evde ateş ve mum yakılamaz ve bir ocaktan duman çıkmaz, dehşetli bir halde idi.
Yalınayak, titreyerek...
Birkaç mahalle halkı bir araya toplanıp, gece gündüz, uykusuz bekleşirlerdi. Kapı kırılmaya veya duvardan aşılmaya başlanınca kuzulardan ayrılan ko¬yun sürüleri gibi hep bir ağızdan feryadü figana başlar, gayet acı acı bağrışırlardı. işittikçe yüreklerimiz pâre pâre olurdu.
Gündüzleri ise bundan beter bir haldeydi. Bîçâre islâm muhaddereleri kucaklarında mâsumcuklarıyla mezardan çıkmış gibi yalınayak, titreyerek hükümet kapısına gelirler, titrek sesleri ile:

«— Gitti evlâtlarım!»

«— Yazık gitti erkeklerimiz. Babalarımızı, kar¬deşlerimizi öldürdüler!»

«— Evlerimizi soydular. Aman yetişin ayol (Ey oğul), bizi kırıyorlar!»

«— insaf, merhamet ediniz! Eyvah gittik!...»

Diye bağırışırlar, yakalarını yırtarlar saçlarını yolarlardı.

Diğer taraftan üç beş erkek, yanlarında bir Bulgar zaptiyesi ile gelip:
«— Aman komşular, yazıktır, bizi kırıyorlar. Yalvarırız, merhamet ediniz, gelip bizi kurtarınız!»
Sözleriyle yalvardılar.

İnsafsız mel'unlar ise söverek ve iterek sopalarla kovarlar, nadiren yanlarına zaptiye namında bir iki hâin katarak evlerine geri gönderirlerdi. Bu çapulçular ise gidip, birkaç kuruş ayak teri alır, ve:
«— Biz onları bulur, cezalarını veririz.»
Diyerek savuşurlardı.

Onlar çekilince öteki serseriler tekrar kapıya hücum ederlerdi...
Genç kadın gömgök tere batmıştı
Rus istilâsında yakın köylerin müslüman ahalisi kasabaya sığınmış, hududa yakın olanlar ise Edirne ve Hasköy taraflarına kaçmışlar idi. Birtakım muaşşir, nâzır, koruyucu, ashâb-ı alâka ve subaşılar oldukları yerlerde ve Bulgar köylerinde tutulup kalmışlardır. Bunların ekserisi öldürüldü!
Hattâ, ashâb-ı alâkadan Deli Hüseyin oğlu Süleyman Cûdî Efendi, ailesiyle köyde tutularak yetmiş yaşlarını aşkın olan ana ve babası koru içinde öldü¬rülmüş, haremiyle kendisi ve iki mâsum yavrusu kasabaya getirilmişlerdi.

Süleyman Cûdî Efendi'nin başında Bulgar kalpağı hareminin sırtında Bulgar karısı fistanı vardı. Açık saçık, pejmürde bir kıyafette idiler.
Altı yaşlarındaki bir mâsum önlerinde yürüyor, birbuçuk yaşındaki öteki ise anasının sırtında bulunuyordu.

Bîçâre genç kadın eşraf haremi ve muhadderattan olduğundan, büyük bir hicap içinde gömgök tere batmış, mosmor kesilmiş, yer yarılsa yere geçecek bir halde idi.

Etrafını elli kadar Bulgar sarmış, ellerinde bıçaklarla tehdit ve tahkir ederek hükümete götürdüler. Bu halde bir müddet meydanda ayakta tuttuktan sonra, çocuklarıyla kadını evine kendisini hapse gönderdiler. Bir gece katil hapishanesinde tutup, ertesi gün saldılar.

Hurşit oğlu Mehmed Ağa dahi haremiyle birlikte Arabacı köyünde tutulmuş, defalarca boğazlanmak üzere yere yatırılmışken, birer mâni sebep olarak kur¬tulmuş ve nihayet bazı Bulgarların aracılığı ile kasa¬baya gelebilmiştir.

Enişte köylü Ömer Efendi'yi de orakçı Bulgarları, Bulgar kıyafetinde kasabaya getirdiler.

Yukarda geçen Süleyman Efendi'ye:
«— Köye gitme, ortalık fenalaştı. Bari aileni götürme.»

Denilmişken, nasihati dinlemeyip ters cevap vermişti. Daha önce bahsini ettiğimiz Karaçorlu fesadının da tahrikçilerinden idi. Sonradan da Edirne'ye hicret sırasında Müftü Efendi ve eşraf haklarında garazkârâne isnatlarda bulunmuş ve herkesin nefretini celp etmiştir.
Canını, sizin askerler nereye gitmiş!

Bazı Moskof askeri, yani intikamcı Bulgar serserileri karakol olarak dolaşırken geldiklerinde, Kars, Erzurum ile Vidin, Varna, Rusçuk ve Sofya'nın Rus eline geçtiğini; bir kısmı da, Şumnu, îslimye ve Filibe'nin alındığını, üç gün sonra Moskof ordusunun Edirne üzerine hareket edeceğini söylemekte idiler.

Hattâ mâhut yüzbaşı birgün bunları söyledikten sonra bize hitâben:
«— Canım, sizin asker nereye gitmiş! Ziştovi'den geçeli karşımıza bir nefer asker çıkmadı. Nereye geldik ise hep teslim, hep teslim. Daha güzelce bir savaşamadık! Yoksa sizin asker başka taraftan bizim ülkeye mi girdi?»
Diye alay etmişti.

Bu sözlerini vukuat da doğrulamakta olduğundan üzüntümüz artmakta selâmet ve kurtuluş ümidimiz zayıflamaktaydı.
Temmuzun onyedinci Cumartesi günü hükümet konağı, civarı ve duvar üstleri Bulgar haşerâtıyla ve avlu içi süvari Kazaklarla doldu.
Kazaklar bazan ellerindeki tüfeklerle bizleri nişan almakta ve asılacağımızı ima ederek ip göstermekte idiler. Öbür tarafta Bulgarların dahi destelerle ipleri meydana dökerek uçlarını ilmik yapmakta oldukları görülüyordu. Bunlar hayra alâmet haller değildi.

Arkadaşlardan Ömer Ağa ipleri saydı, bizim sayımız kadar olduğunu görünce:
«— işte efendiler, beyler, bizi asmaya ip hazırlıyorlar va'de bugüne değin imiş... Beyim al şunu Kâmilciğime ver...»
Dedi ve ağlayarak boynundan saatini çıkarıp efendizâdesi Arif Bey'e uzattı.

Yanında oturan eski Rüsûmat memuru Rıza Bey helecandan düşüp bayıldı. Çoğumuz titremeye başladık.
Nöbetçilere ve bazı itibarlı Bulgarlara:
«— Rıza Bey korktu, ölüyor. Aman su getirin, hekim çağırın!...»
Denildi.
«— Hekim yok!»
Cevabıyla bir testi su getirdiler.
Su getiren Bulgar da:
«— Vâkıa korkulacak şey!»
Diyerek, bizi bir kat daha korkuya düşürdü.
Bey'in yüzüne göğsüne soğuk su çarpıldı. Elleri ayakları yıkandı. Bîçâre bir zaman sonra kendine gelebildi, nefes almaya başladı... Hakikaten hepimizin nefesleri daralmış, çok korkmuş idik.

Hemen abdest alıp, hep birlikte istiğfar ve duaya başladık.
Bu sırada hapiste olan bizim zaptiyeleri ve esir düşmüş olan onbeş kadar askeri dörder dörder sıra edip bağlamaya başladılar. Helecanımız dindi. O bîçâreleri de esir sıfatıyla sürüp gittiler!...

Vahşi Gospodinler

Bu askerler, Kızanlık ve Şıpka muharebelerinde bozulan askerlerden idiler. Yol bilmediklerinden dağlara ve ekinliğe firar edip sığınmış iseler de açlıktan çaresiz kalarak Bulgar köylerine indiklerinden tutularak hükümete teslim olunmuşlardı.

Hükümette bulunan genç Bulgarların, bu askerleri getiren köylüleri:
«— Niçin bunları öldürmeyıp getiriyorsunuz?»

Diye tekciir ettiklerini işiterek hayret içinde kaldık.

Merhamete lâyık ve medeniyete istidatlı sayılan şu vahşi gospodinlere bak!..
Bunlara benzer, alçak nankör, kanlı bir millet hâlen mevcut değildir.

Müslümanlara o vakit ettikleri vahşetleri şimdi itiraf ediyorlar.
«— Bunlar bizim yanımıza kalmaz. Allah bizi cezalandırır! »

Diyerek kendi milletlerine kızıp nefret edenler görülüyor. Allah'ın lâneti zâlimlere olsun!
Ertesi Pazar günü yine kiliselerden devamlı olarak çanlar çalınmaya başladı. Kasaba altındaki ordugâhtan, askerler Yeni Zağra cihetine hareket ettiler.

Bir taraftan da Bulgar serserileri, müslümanlardan zapt olunup hükümette toplanmış bulunan silâhları alarak bölük bölük, askerin arkasından gidiyorlardı.
O aralık mâhut yüzbaşı yine dışardan gelmiş, divanhâneye çıkmıştı.

Yanımıza çağırdık.
«— Oturamayacağım, işim çok, yolculuk var!»
Dedi.

«— Nereye?»
Dedim.

Eliyle Edirne tarafını göstererek:
«— İleri...»
Dedi.

Halbuki iki gün önce:
«— Niçin Edirne'ye gitmiyorsunuz, karşınızda asker yok!»
Dediğimizde:

«— Sağ ve sol kollar geride iken, orta kol ileri yürüyemez! Ne vakit onlar da beraber olacak o zaman hep beraber gidilir. Daha üç gün savaş yok, sonra dom dom...»
Demişti.

Şimdi ise «ileri» demesinden Sekbandaki askerî fırka üzerine hareket edildiği mânâsını çıkardık. Çünkü yukarıda beyan olunduğu üzere hapis edildiğimiz gün General Gurko, Süleyman Paşa'nın Sekban'da bulunduğundan bahsederek, gidip terbiye edeceğini söylemişti.
Meğer o gün Süleyman Paşa Karapınar'dan Rauf Paşa, Yeni Zağra'dan hareket etmiş imiş...

Elhasıl yüzbaşı azıcık oturduktan sonra veda edip gitti. Ondan sonra da görüşemedik... Meğer bu herif İslimyeli eşkıya bozuntusu bir Bulgar imiş. Bulgrad fesat mektebinden çıkıp, teşkil olunan intikamcı askerine zâbit olmuş.

Yukarıda bahsi geçen çatal sakal Miralay dahi gitti. Yerine insaniyet düşmanı abus çehreli, eğri boyunlu Miralay kaldı. Bulgar zaptiyeleri de esir asker ve zaptiyelerimizi evvelki gün Kızanlık'a sevk eylediklerinden kasaba tenha kalmıştı. Şehrin muhafazası fırıncı ve çapacı yerli, miskin köylü ve çiftçi Bulgarlara bırakılmıştı. Bu sebeple ehl-i İslâm o gece taarruzdan sâlim kaldılar.

Eyüb Sabrl Efendi nin yiğitliği
Bu Pazar günü sabahında, Bulgarlar kudurmuş gibi müslümanlara saldırıp hayli cana kıymışlardı. Bu sırada, beldenin eski hânedanına mensup merhum Durmuş Bey'in damadı ve eski Telgraf Müdürü Eyüb Sabri Efendi çok yiğitlik etti. Kayınpederi merhumun konağı ile onun karşısında bulunan Kadızâde Mehmed Ağa konağının kapılarını açtırarak, Bulgar vahşilerinin hücumlarından canlarını kurtarmak için sığınacak yer arayan beş yüz kadar bîçâreyi içeri aldı. Bu kadın, çocuk ve yaşlıların muhafazası işinde büyük gayret ve cesaret gösterdi.

Civar komşulardan Ateşoğlu Sâlih Ağa dahi, canını kurtarmak için konak kapısından içeri girerken Yanko oğullarından bir sefih Bulgar arkasından tabanca ile ateş etmiş. Sonra da derhal hükümete koşup:
«— Durmuş Bey'in konağından bana ateş ettiler!»

Diye feryad eyleyince yağmacı bir sürü Bulgar'ı da peşine takıp konak kapısını kırmaya gelmişler.
Bulgarlar:
«— Kapıyı açın!»

Diye bağırıp zorlayarak bir tahtasını kırıp içeri tüfek sokmuş ve:
«— Teslim olun!»

Yaygarasıyla tehditlerini arttırmışlar.
İçerde bulunan yaşlılar ve çocuklar ise can korkusuyla feryâdü figâna başlayıp sesleri ayyuka çıkmış.

Eyüb Sabri Efendi ise cesaret ve metanetle dayanarak:
«— Hükümetten zabit gelmedikçe size kapıyı açmam.»

Diyerek, ısrar ve sebat etmesi üzerine hükümetten bir zâbit gelmiş.

O zaman kapıyı açan Efendi işin hakikatini söyler Hacı Salih Ağa da:
«— îşte bana silâh atan Bulgar budur! Silâhına bakınız!»
Der.
Zâbit, Bulgar'ın silâhını muayene edince işin aslı meydana çıkar. Kalabalık da def olur gider.

Eyüb Efendi ise:
«— Müslümanlar silâh attı, atıyor, iftirasıyla biçâreler asılıyor! Bakın silâh atanlar kimlermiş! Emniyetimiz kalmadı. Muhafazamız için hükümetten zaptiye isterim.»

Diye ısrar ederek, kapı önüne iki nöbetçi diktirmiş, bu suretle o kadar müslümam kazasız belâsız selâmete çıkarmıştır.
Silâh atan Bulgar delikanlısıyla arkadaşları da güya o gün hükümette cezalandırıldılar... Onlar birer birer yere yatırılıp bize karşı bir Bulgar, değneği gös¬terişle kaldırıp yavaşça vurur, o rezil de acı acı bağırırdı. Sonra da kalkar güle güle giderlerdi.

Bulgarlar'da telâş başlıyor.
Aynı gün öğleden sonra Yeni Zağra cihetinden top sesleri gelmeye ve Çırpan tarafında Osmanlı askeri bulunduğu haberi Bulgarlardan duyulmağa başlandı.

İkindiden sonra ise hükümette vazifeli Bulgar muteberânında bir telâş hissolundu. Dürbün ile de¬vamlı Çırpan taraflarını gözetliyor, ağızlarında

«Türko, Çerkeş, Süleyman Paşa» sözleri dönüyordu.
O aralık Çırpan tarafındaki ovada, doğru hat şeklinde, bir toz duman peyda oldu. Hattın boyu tahmi¬nen iki saatlik mesafe vardı. Dikkatimiz iyice o tarafa döndü. Bulgarların «Türko, Çerkeş» demelerinden, Çırpanlı Said Ağa askerle geliyor sanarak hem korkmakta hem de sevinmekte idik.
Görünen toz duman şehre yaklaştı. Meğer çırpan ve ova tarafındaki Bulgar köyleri bozulup gelirlermiş. Görünen, hayvan göç arabalarının kaldırdığı toz imiş. Şiddetle takip olunuyorlarmış gibi acele ve telâşla kasabaya girdiler. Iş de anlaşıldı.

Bu hâli bir hayrın başlangıcı saydık. Bulgarlar da telâş ettiğinden:
«— Bu göç arabalarının arkasında elbette bir iş olmalı.»

Düşüncesiyle tatlı tatlı efkâr ve garip garip hayaller zihnimizden gelip geçiyordu.
Meğer Çırpan'da bir fırka asker çıkmış. Zağra'ya hareket etmiş. Başıbozuklar ilerleyip köylüleri ürkütmüş» Arabacı köyü tarafından da Süleyman Paşa karakolu baş göstermiş imiş...

O akşam bizleri dolaşmaya gelen, yemek ve tütün getiren adamlarımızı zorbaca geri çevirdiler, hükümet avlusuna bile komadılar. İsrar edenleri silâh ile karşıladılar!
Bn haller, hep zan ve tahminlerimizi kuvvetlendirdı. itina sarasında hayatlarından ümit kesen deniz yolcularının kurtarıcı liman görünce gâh gülüp, gâh ağlamaları gibi, bizler de gâh kurtuluş ümidi ile sevinir, gâh ölüm korkusu ile titreşirdik .
Akşam kapıdaki nöbetçiler ikileşti. Ayak yoluna da zabitlerin izniyle çıkarırlar, yanımıza bir tüfekli gelip kapıda beklerdi. Ezan olunca kapımızı kapattılar. Yatsı zamanı biz de gaz lâmbasını söndürdük. Sigara içilmedi. Herkes birer köşede sessiz oturuldu...

Yatsıdan az sonra, şehrin kenarında iki el silâh atıldı. Hükümetin içi de karıştı. Birkaç süvari silâh atılan tarafa ılgar ile gittiler.   *
Diğer geceler gibi kasaba içinde yaygara ve şamata olmayıp, yer yer köpek av'avesi işitiliyordu.
Sabaha doğru, mâhut Miralay birkaç süvari ile ve telâşla geldi. Avludaki Bulgarlara yüksek sesle bir şeyler söyledi.

Bulgarca anlayanlarımız:
«— Eğer bir patırdı olursa, 'evvelâ buradaki Türkleri vurun!... Emrini verdi.»
Dediler.

Zaten onlar bizi öldürmeye her an hazır idiler. Fakat gerçek koruyucu olan Cenab-ı Hak izin vermiyordu. O ne güzel koruyandır!
Pazartesi sabahı, bütün papazlar hükümete celp olunarak talimat gereğince Bulgarların hepsi silâhlandırılmaya başlandı. Bunlar kasabanın önüne ve ovaya indirildi... Dağıtılacak tüfek kalmayınca, baltalar ve tırpanlarla silâhlandırıldılar.
Yeni Zağra tarafında ise top sadası eksik olmuyordu.
   \
Müslümanlar katliam ediliyor.

Bir taraftan peksimet ve mühimmat arabaları, diğer taraftan işin sonunun dehşetini hisseden Bulgar muteberânı, telâş ve sür'atle Kızanlık tarafına git¬mekte idiler.
Azgın Bulgarlar ise, kuduz canavarlar gibi İslâm mahallelerine saldırıp müslümanların onar, onbeşerini birden hanelerinden kaldırıyor, kollarını bağlayarak, kasaba kenarında küskülerle, bıçaklarla gaddarca öldürüyorlardı.

«— Kimse sokağa çıkmasın, öldürürüz!»

Dedikleri için şikâyete de kimse gelemez olmuştu.
Öğle zamanı, Emin Paşanın harem avlusuna havasız iki zabit girmiş. Edepsizce hareketlerde bulunmuşlar. Paşa'nın oğlu Şevket Bey düşüp bayılmış.
Keyfiyeti haber vermek ve şikâyet için, bir Bulgar zabitinin yanında iki hizmetkârı ağlaşarak hükümete geldiler.
Zabıta kolağası, telâş ve gösterişle, birkaç nefer alıp acele gidecek olduysa da, güya gem vururken, atı kaçırdı. Onu tutmak bahanesiyle hayli oyalandı. Böyle yarım saat vakit geçirdikten ve o habisler de maksatlarına eremeden yıkılıp gittikten sonra imdada gitti.
Az sonra, Debbağhâne mahallesinden ve hapishane arkadaşlarımızdan Debbağ Hacı Hafız Halil Efendinin oğlu Hafız Mustafa Efendi geldi.

Üstünü yırtarak ve kendisini yerden yere atarak:
«— Komşular! Bizim mahallede sağ ve sâlim insan bırakmadılar. Hepsini sıradan vurup öldürüyorlar! İnsaf ediniz, bu insanlara biraz acıyıp o zâlimlerden kurtarınız!»

Feryadını kopardı.
Onun bu müthiş haykırışı Bulgarları da telâşa düşürdü. Onu hemen susturdular ve içeri alıp sorguya çektikten sonra bizim yanımıza koydular. Fakat konuşturmadıklarından dışarının ahvâlini işaretlerle biraz anlatabildi. Az sonra da ne hikmete mebni ise onu yine evine gönderdiler...

Kaçak kaymakamlar

Ruslar Balkan'ı geçmekte iken, memuriyet yerlerini terk etmemeleri, Balkan havalisindeki memurlara telgrafla emr olunmuştu.
Böyle olduğu halde Çırpan Kaymakamı, istifasının kabülünü beklemeyerek kaçmış ve Yeni Zağra kaymakamı da gitmişti.
Kızanlık alındığı sırada Çırpan kaymakamlığı, Çırpanlı meşhur Sadi Ağa'ya ve Yeni Zağra kaymakamlığı da muvakkat olarak Zağralı Emin Paşa'ya havale kılınmıştı. Emin Paşa özür beyan ederek kabul etmemişse de Sadi Ağa hizmeti üzerine al-mıştı.

Eski Zağra istilâ olunduktan sonra, yağmacı Bulgarlar, Kazak kıyafetinde Çırpan civarındaki İslâm köyleri ile çiftliklerini yağma edip yakmaya başlamışlardı.

Çırpan müslümanları, hicret hususunda ittifak edememişler, gidecek olanları ise baldırı çıplaklar salıvermemişlerdi. Bunun üzerine Said Ağa memleketi muhafaza için hazırlıklara başlamıştı.

Önce Hasköy tarafına haber göndererek etraftan sekiz yüz kadar başıbozuk topladı. Bunlarla birlikte ahaliyi de silâhlandırdı. Atlıların hayvanları için ken¬di malından ve hükümette mevcut a'şâr malından, hükümet meydanına arpa yığdırdı. Herkes istediği kadar alıp hayvanlarını besledi.
Kasabanın Bulgarları görünüşte dost gibi hareket etmekte idiler. Fakat Zağra'daki Rus'a daima postaları ve adamları gelip gittiğinden onlardan cesaret alırlar, Moskof'un kuvvetini ve çokluğunu beyan eder:

«— Rus'un buraya harp ederek girmesindense, sulhen girmesi, memlekete her' bakımdan daha hayırlıdır!»
Diyerek, müslüman ahaliden zayıf olanlara tesir edip, kasabayı teslime teşvik ederlerdi.

Said Ağa ise uzak görüşlü bir zat olup bu yanlış fikri beğenmezdi. Fakat bir taraftan vaziyeti idare eder, diğer taraftan da başıbozuklara kuvvet ve cesaret verirdi.
Kasabayı yarım saat uzaktan karakol altına aldırdı. Fırkalar tertip ederek yakındaki azgın Bulgar köylerini tehdit etti.
Çırpanlı Said Ağanın kahramanlığı
Ahalisi müslüman olan, yolları arızalı ve koruluk bulunah Erişte köyüne bir takını Bulgarların çapula gelecekleri anlaşıldığından geçit noktaları tutularak pusuya adamlar yatırıldı. Gece yarısına doğru, habersiz gelmekte olan Bulgarlara şiddetle ateş açılarak köy müdafaa edildi. Bulgarlar dağılarak kaçtılar.
Bu hadiseden sonra Bulgar köyleri bozularak ve biribirine korku vererek kaçmış ve yukarıda beyan olunduğu üzere Pazar günü Zağra'ya gelmişlerdir.
Said Ağa, Çırpan Bulgarinin Rus'u davet etmekte gösterdikleri isteğe gâh mülâyemet ve gâh şiddetle karşı koyarak vakit geçirmiş. Sonunda çaresiz kaldığı gece halkın hicretini düşünürken Süleyman Paşadan haber gelmiş.
Paşa ile yaptıkları telgraf muhaberesinde kendisi teşvik ve tebrik edilmekte ve iki tabur askerin şimendüferle Edirne'den hareket ettirildiği müjdesi verilmekteydi.
Keyfiyet ertesi sabah halka duyurulunca büyük sevinç gösterileri oldu. Askere tayın yapıldı ve mühimmâtin istasyondan Çırpan'a nakli için arabalar hazırlandı. Bu hali gören ve Süleyman Paşa'nm tehdidini işiten, Rus davetçisi Bulgar çorbacıları meyyit kesilmişler.

Said Ağa'nın bir hafta, doyuncaya yemek yemediğini, yatıp uyumadığını, gece gündüz vatan müdafaası ve hükümet idaresi için cansiperâne uğraştığını bütün ahali nakl ederlerdi.

Said Ağa soycak Çırpan eşrafındandı. Vatanının mamur olması ve ahalinin zenginleşmesi için elinden geleni yapar, hak ve insaniyet sever âlicenap bir zal idi. Fıtrî cesaretine, üstün meziyet ve dirayeti ile mil¬li gayreti ilâve olmuştu.

Bulgar eşkıyasının Meriç nehrini geçerek Kayacık istasyonunu yaktıklarını, şimendüfer hattını tahrip ettikleri, İslâm çiftlik ve köylerini yakarak ele geçirdikleri müslümanları işkenceyle öldürdükleri haber alınınca, halk can korkusuna düşerek ne yapacağını şaşırmıştı. Said Ağa yukarıda geçtiği üzere, Rodop Dağhlan'ndan asker toplamış, Bulgar azgınlarını da hikmet ve siyasetle oyalayarak vatanını korumuştu.

Daha önce Zağra'da başgösteren fesat komitesini de en evvel Said Ağa keşf ederek yüksek makamlara bildirmişti.
Hicrî 1291 yılında Eski Zağra'da patlak veren ve bir sene sonra Otluk köyünde büyük zararlara sebep olan fesat ve isyanlarda, tahkik komisyonu azası idi. Bu sırada güzel hizmeti, devlet ve millete sadakati görülerek, «İstabl-ı Âmire» pâyesi ile taltif olunmuştu.

Yukarıda kaydettiğim hâdiselerde dahi güzel tedbirleri, sebat ve gayreti, düşmanların bile takdirini ka¬zanmıştı. Onun bu başarısı Filibe ve Hasköy kazalarının da bozulmamasını sağlamıştır.

Kızanlık'tan firar edenleri selâmete çıkardı. Felâketzedelere her çeşit yardımda bulundu. Ancak ikinci istilâda servet ü sâmanı, mülk ve akârı mahv oldu. Ailesi kalabalık olduğundan bir zaman İstanbul'da oturarak memuriyet istemeye mecbur kaldı. Nihayet 1298 de Mihalıç ve iki sene sonra Uşak kazalarına kaymakam tayin olundu. 1301 senesinde Uşak kaymakamı iken, orada vefat eyledi. Allah rahmet eylesin. Yiğit yürekli, güzel konuşan, hazır cevap bir zat idi.

Ailelerimiz ne halde!

Pazartesi günü Rauf Paşa fırkasının Eski Zağra'ya ikibuçuk saat mesafedeki Çoranlı korusunda Rus ile muharebe etmekte olduğu ve Süleyman Paşa'nın da külliyetli askerle Eski Zağra'ya gelmekte bulunduğu, Bulgarların kendi aralarında gizlice söyleş-melerinden duyuldu. Top sesleri de işitilmekte ve bu havadisi doğrulamakta olduğundan, müslüman ahâli korku ile ümit arasında garip bîr halde idi.
Kimisi Sûre-i Fetih ve kimi Salât-ı Münciyye oku¬makla meşguldü. Kadın ve çocukları ise canlarını kurtarmak için tavan arası ve izbe köşelerde saklanacak yer arayarak aşağı yukarı inip çıkmakta idiler!

Lâkin bizler hükümette yaygara içinde ümitsiz vaziyette, top seslerini de vehim saydığımızdan Paşaların, Zağra üzerine gelmelerinden habersiz idik.
İkindi vakti Yeni Zağra cihetinden süvari bir Kazak ile Çerkeş kıyafetinde bir Moskof atlısı geldi. Elindeki bir kâğıtla meclis odasına girdi. Az sonra hükümet dairesinde bulunan Bulgarlar hep birden el çırptılar. Ama yüzlerinde sevinç ve memnuniyet eseri yoktu. Nöbetçiden meseleyi sorduk. Yeni Zağra kasabası ve Radine mahallesi alınarak Rus'un Karapınar'a vardığı haberi geldiğini ve bunun için sevindiklerini söyledi!... Yeis ve keder verici bu haberle, hüzün ve sıkıntımız iki kat oldu.

Üç dört günden beri evlâdü iyâlimizden iyi kötü biı haber alamıyorduk. O günlerde ise mahallelerde pek çok fenalıklar vuku buluyor ve nice günahsızlar öldürülüyordu. Kenar mahallelerde ise mal ve can kalmadığı Hafız Mustafa'dan işitilmişti. Kendi hayatımızdan ümit kesmiş isek de ailelerimizin ne olduğu meselesi bizim için ayrı bir yürek yarası idi.

O gün yeni zabıta memuru tayin olunan Bulgar muteberânından Todoraki, divanhanede göründü. Hemen kapıya çağırdık. Evlerimizden doğru bir haber getirmesini hepimiz ayrı ayrı rica ettik.

Todoraki, eşraf ile düşer kalkar, mertlik ve insanlık taslar bir çorbacı idi.
«— Baş üstüne, şimdi gider öğrenirim, merak etmeyiniz. Evlerinizi de muhafaza ederim, korkmayınız, burada bulunduğunuza şükr ediniz!»
Dedi ve durmayıp gitti.

Bulgar köyleri yanıyor.
Akşam ezanına yakın Yeni Zağra tarafından bölük bölük asker ve mühimmat arabaları gelerek kasabanın altındaki ordugâha yerleşiyordu.
Kasabaya ikibuçuk saat mesafede Kadıköyü'ne ge linceye kadar Karapınar yolundaki Bulgar köylerinin gök duman ve kızıl alev içinde yandığı görülüyordu. Bunları Karapınar'a giderken müslümanları itham etmek için düşman ordusu yakıyor zannediyorduk. Bununla beraber askerde ve Bulgar ahalide görülen telâştan da çok ürkülmekte idi.

Bu yangınların Karapınar'dan beriye geldiği görülüp dururken bunları düşmanın giderken yaktığını düşünmemiz fazlaca şaşkınlık alâmeti değil mi? Halbuki ezan vakti Zağra'nın iki saat mesafe önünde Ahırlar köyünün, birden alevler içinde yanmaya başladığı da görünmekte idi.
Ezandan sonra Todoraki kol gezmekten geldi. Ailelerimizin sıhhat ve selâmet haberini evlerimizce zayiat olmadığını, muhafazalarına karakol bıraktığını söyledi
Bazılarımızda fazla telâş görerek:
«— Canım efendim korkmayımz! Artık iş bizim elimize geçti! Hepimiz eşekçi odunu gibi hep beraber olduk!»
Diyerek ve gülerek yanan Bulgar köylerini gösterdi. Süleyman Paşa ordusunun şehrin kenarına yaklaştığını eliyle işaret etti. Ama biz telâşımızın fevkalâdeliğinden, o zaman söylediklerinin mânâsını pek anlayamadık. ,
Hükümet konağına yine iki bölük asker geldi. Nöbetçiler değiştirildi ve kapımıza üç nefer kondu. Ayak-yoluna da muhafızsız salıvermemeye başladılar. Bundan başka divanhânede de birkaç silâhlı Bulgar bulunuyordu.
O gece avluda iki bölük asker silâh başından ayrılmadı. Saatte bir acı kumanda verilir:
«— Silâh omza! Sağa dön, sola dön!»
Sonra da:
«— Yerinde rahat!»
Denir, asker de silâh çatıp yerlerine uzanıp yatarlardı.
Bu şekilde askeri yoklama ederek emre âmâde tutarlardı.

Bizim padişahımız Rusya Çarı
Gece sa
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #6 on: June 06, 2010, 01:00:29 pm »

Bizim padişahımız Rusya Çarı

Gece saat dörtte çatal sakallı Miralay ile General Gurko, yanlarında zâdegândan genç iki zâbit ve daha birtakım süvarilerle hükümete geldiler.
Kılıç şakırtılarıyla yukarı çıkıp, oda kapısından bizleri başları ile selâmlayp umûmî meclis odasına girdiler. Tahminen onsekiz yaşlarında bulunan iki zâbit, kapıda durup hayli zaman bizlere baktılar ve nöbetçiye sualler sordular. Memleket ihtiyarları olup rehin ve emânet olarak bulunduğumuzu nöbetçi cevaben söyledi.

O esnada uzun sakallı ve beyaz Rus şapkalı bir herif kapıda dikilmiş gülümseyerek bize bakıyordu.
Yanına bir Bulgar sokuldu ve bize hitaben:

«— Kendilerini tanıyabildiniz mi?»
Diye sordu.

«— Hayır bilmiyoruz.»
Cevabı verilince:

«— Kazancı Hacı Dimitri oğlu Yuvanco hemşehri.»
Dedi.

Tanıştırıldıktan sonra:
«— Korkmayınız! Bizim padişahımız Rusya Çarı adaletlidir. Kimseye fenalık etmez, çok iyi olacak, siz hep iyi adamlarsınız, size birşey yok! Korkmayınız! Gerçi fenaların cezası verilecek...»
Dedi.
Bu habis herif güyâ cellât temennisi verdi ve kapıdan def olup gitti.
Bu Yuvanco, üç sene önce ortaya çıkan komitecilerin reislerinden idi. Hükümetin şiddetli takibi üzerine buralarda barınamayarak Ulah toprağına firar etmişti. Bu kere Rus'a iltihak ederek, o akşam Zağra'da görünmüştür.
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #7 on: June 18, 2010, 04:02:48 pm »



ÜÇÜNCÜ FASIL

KURTULUŞ VE HİCRETİN BAŞLAMASI


Mukaddimede belirtildiği üzere, Balkanlar'ın muhâfazası için fevkalâde lüzumu sebebiyle Edirne'de kırk bin kişilik bir ihtiyat kuvvetinin tertibi, muharebeden önce yapılan plân gereği idi.

Fakat her ne hal ise Dersaadet bu maddeye ehemmiyet vermemişti. Rus'un Tuna'yı geçtiği sırada bu kuvvet için tertip edilmiş bulunan oniki tabur asker Sohum'a sevk olunmuştu.

Ruslar Balkan'a yürüdüğü ve Serdar Paşa'nın manevrası müdahale olunarak hükümsüz bırakıldığı zaman, Paşa: «Edirne'de bir ihtiyat kuvveti bulunmazsa, Rus'un önüne set çekilemeyeceği» hususunu, telgrafla yüksek makamlara arz etmişti.
Bunun üzerine Karadağ'da savaşmakta bulunan Süleyman Paşa'nın, hemen maiyetiyle Edirne'ye yetişmesi emr olunmuştur.
Gerçekten de Paşa, süratle hareket ederek onaltı günde Dedeağaç iskelesine varmıştı. Fakat tedbirsizlik sebebiyle  Rusya, Kızanlık'ı ve Eski Zağra'yı istilâ etmiş bulunuyordu.

Süleyman Paşa, Edirne'ye vardığında Çırpan'lı Said Ağa'yı makine başına çağırarak, müslüman halkın efkârını ve Bulgarlar'm tavırlarını telgrafla sorup bilgi almıştı.

Vatanın müdafaasında elbirliği ile gayret ve sebat etmelerini tenbih ve teşvik, Bulgarları şiddetle tehdit etmekle beraber muhafazaları için de iki tabur asker göndermişti.

Kendisi de askerini Sekban'a Karapınar'a nakl etmişti.

Süleyman Paşa, kumandanlarla Eski Zağra'ya hücum plânını tanzim edip, kendisi kırk taburla Pazar günü Karapınar'a hareket edeceği gibi, Yeni Zağra'dan Rauf Paşa on taburla ve Çırpan'dan Mehmed Hulusi Paşa da altı taburla hareket eyleyerek Eski Zağra'ya dört saat mesafedeki Arabacı köyünde birleşmeye ve buradan üç kol birden Zağra'ya taarruz etmeye karar verdiler. Ellerindeki talimat da böyle emrediyordu.
Süleyman Paşa nakil vasıtalarının, yani köylerden toplanan öküz arabalarının yavaş hareketleri yüzünden Arabacı köyüne ancak Pazartesi ikindiye doğru varabilmiştir.
Rauf Paşa ise asker ve mühimmatın hazırlanmasını beklemeyerek Yeni Zağra'dan çıkmış ve aynı gün, hemen yolda düşmana tesadüf ederek çarpışmaya başlamıştı.

Bulgar casusları vasıtasıyla durumu öğrenen Moskof ise, Rauf Paşa'nın Yeni Zağra'dan ayrılmasından sonra kasabayı zabt etmiş, burayı korumak için bırakılan üç tabur askeri de yarı zayiat verdirerek Edirne Karapınar'ına kaçırmıştı.

Rauf Paşa'nın Arabacı köyü tarafını tutmayıp doğrudan Eski Zağra üzerine hareket etmesini fırsat bilen düşman, yalnız olarak yakaladığı bu kuvveti mağlup edip dağıtmak istedi. Süleyman Paşa ordusuna katılmasına meydan bırakmamak emeliyle, Rauf Paşa fırkasını Çoranlı korusunda sıkıştırdı. İki gün şiddetli savaş devam etti.

Çoranlı korusu Eski Zağra ve Arabacı köyüne ikişer buçuk saat mesafede ve bu noktanın meydana getirdiği eşkenar üçgenin tepe noktasında bulunuyordu. Süleyman Paşa'nın hareket hattı taban kenarı üzerinde ve buluşma yeri de malum olduğundan, Rauf Paşa, Arabacı köyü noktasında bulunması lâzım gelen Süleyman Paşa'dan yardım istememiştir.

Süleyman Paşa, Arabacı köyüne vardığında Rauf Paşa'dan bir eser göremeyince vaziyeti anlamak ve kendi yerini bildirmek için Çerkeş Kanbulad Bey'in verdiği iki Çerkeş süvarisine Bükülmük köyünden Celil Pehlivan nâmında birini de, aynı zâtın verdiği ata bindirerek, kılavuz etmiş, üçünü birlikte Rauf Paşa'yı aramak üzere Yeni Zağra tarafına göndermişti.

Bunlar o gece sabaha karşı döndüler. Yeni Zağra'nın düşman eline geçtiğini ve Rauf Paşa'dan bir haber alamadıklarını bildirdiler.
O sırada Eski Zağra'nın Alacamescid mahallesinden firar eden Gazi Edhem adında bir şahıs, Süleyman Paşa'nın ayaklarına kapanarak:
«— Bugün Eski Zağra'ya yetişmezseniz. Bulgarlar bütün müslüman ahaliyi katliam edeceklerdir!»

Diye ağlayıp yalvararak Paşa'nın ve kumandanların rikkat ve helecanlarını uyandırmış.

Süleyman Paşa'nın Zağraya hareketi

Ancak henüz Rauf Paşa'dan bir haber alınmadığından ve o aralık birkaç top sesi daha işitildiğinden Süleyman Paşa endişe ve merak içinde bulunuyordu. Hemen Eski Zağra üzerine giderek bîçâre müslümanları kurtarmak azim ve düşüncesinde ise de kendisine katılmaları kararlaşmış olan ve Mehmed Hulûsi Paşalanın gelmesini şiddetle beklemekteydi.

Çünkü evvelce Radine'deki görüşmelerinde Raut Paşa, Zağra'daki Rus'un pek çok olduğunu haber vererek işi büyütmüş imiş...
Bunun için Rauf Paşa'yı bulup, birlikte Zağra'ya hücum ile müslümatıları kurtarmaları hususunu tebliğ etmek üzere, Süleyman Paşa yaveri bulunan Kolağası Abdülcebbar Efendi'yi yirmi kadar muâvine ve iki nizâmiye süvarisi ile Arabacı köyünün sağ cihetine doğru gönderdi.
Çerkeş kumandanlarından Kanbulad Beyi dahi birkaç Çerkeş süvarisi ile yine Rauf Paşa'yı bulması için yola çıkardı.
Abdülcebbar Efendi dönerek, Paşa'yı bulamadığını Kazaklara rastlayarak mecburen geri geldiklerini söyledi.

Bunun üzerine Süleyman Paşa, her ne kadar Zağra'da düşman fazla ise de, emrindeki askere emniyeti olduğu için Hakk'ın yardımına tevekkül ve itimad ederek, maiyetindeki kumandanlara sabahleyin şafakla Eski Zağra üzerine hareket emri verdi.

Yukarıda beyan olunanlardan ve Abdülcebbar Efendi'nin yanındaki Zağralı muâvinelerin ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Abdülcebbar Efendi ve yanındakiler Kadı köyü mısırlığından Muradlı ovasına çıktıklarında Rus'un öncü ve keşif koluna rastlamışlar. Birkaç silâh atarak dönmüşler. Halbuki Çoranlı köyü oraya ikibuçuk saat uzakta idi.
Gece Yeni Zağra'ya gönderilen Çerkeslerle, Celil Pehlivan dahi doğru bir hattan Çavlı ve Manyaslı köyleri üzerinden gittikleri için gece sebebiyle Çoranlı korusunda bulunan askerî fırkanın pek tabii farkına varamamışlar. Çünkü elindeki talimata göre Rauf Paşa'nın Arabacı köyüne o yoldan gelmesi icap ederdi.
Her ne sebeptense Paşa, şose yolu boyunca düşmana boy göstererek Zağra üzerine hareketle düşmanı üzerine davet etmiş, hem de Yeni Zağra elden çıkmıştır.

Bu halde, hareket istikameti ve buluşma yeri kararlaşmış ve mâlum bulunan Süleyman Paşa'dan yardım isteyerek hal ve mevkiini bildirmesi lâzım gelirken buna da ehemmiyet vermemiştir.

Cephane azlığından ve tedbirin takdire uymamasından, sonunda mağlup olup dağıldı. Dolayısıyla bu fırkadan Zağra'nın geri alınışında yardım değil büyük zarar görülmüştür.

Keşif ve tahkikat gibi mühim bir hizmetin tecrübeli, harp görmüş ve en cesur adamlara verilmesi, böyle kimselerin seçilip tayin olunması elzemdir. Ama ne çare ki bu muharebede öyle işbilir fedâkârlar azdı. Beş yüz askeri bir yerde toplu görmemiş felâketzede Celil Pehlivan gibi yılgın bir kimsenin öyle mühim bir işte kullanılması zaruret yüzündendi. Hattâ Celil Pehlivan dö-nüşünde, Yeni Zağra'daki düşmanın çokluğunu pek mübâlağalı haber vermiştir.

Bulgarlar ise aksine, tebdil-i kıyafetle ordu ve askerlerimizin içinde haftalarca kalır, kuvvet ve fikirlerimizi tahkik edip düşmana bildirirlerdi. Böyle verilmiş mükemmel mâlûmat sebebiyle düşman, Rauf Paşa' yı Çoranlı korusunda abluka edercesine meşgul ederek, Süleyman Paşa kuvvetiyle birleşmesine mâni oldu ve birlikte Zağra'ya hücum etmelerini önledi.

Müslümanları korkutmak için yedi kişiyi astılar

Temmuzun yirminci ve istilânın onuncu günü Salı sabahı, gün doğduktan sonra, Yeni Zağra tarafından devamlı olarak ve şidetli top sadaları işitilmeye başlandı. Yer sarsılıyordu.

Kasabanın etrafındaki sırt ve teperlerde sürü sürü hayvan ve insanlar toplanmakta ve mühim mevkilere taburlar yerleştirilmekteydi. Muradlı cihetine muntazam ve gayri muntazam akın akın asker gitmekteydi. Kiliselerden devamlı çanlar çalınıyor ve «Edirne'ye ordu kalkıyor!» nümâyişiyle Bulgar ve hükümet dairesindeki mel'unlar telaş ediyorlardı.

Hükümette nöbetçi iki bölük askerin biri gidip, diğeri avluda ve silâh başında hazır kaldı. Nöbetçiler yine Bulgarlardan konuldu.
Hapiste tutulan müslümanlardan yedi kişiyi seçerek, müslümanları korkutmak için Eski Cami-i Şerif önü ve Debbağhâne gibi yol üstü yerlerde astılar!...

Va'de tamam olmadıkça kimse ölmez ya, asılan bu yedi günahsızın içinde Palazoğlu Hüseyin Çavuş adındaki mazlum, yola çıkılmak üzere dizdiklerinde abasını almak için kasıtsız olarak hapishaneye dönmüştü. Düşmanlar telaş içinde farkına varamamışlar o da kurtulmuştur.

On kadar köylü de vüyâ köylerine yollanacakmış gibi zaptiye ile kasaba kenarına çıkarılarak öldürüldüler. Bunlardan bir bîçârenin de kolları bağlanmış iken yolda, kendisinin kasabalı olduğunu haber verip yalvarmasıyla hanesine göndermişlerdir.

Bu zat Mektep-i İbtidâî muallimi ve Zîfet camii imamı Hafız Ömer Efendi'nin oğlu Hafız Salih Efendi'dir.
Geri kalan mahpusları döverek katiller kısmına doldurup kapıyı muhkem çivilediler.

Asılan günahsızların içinde Zıştovi'nin istilâsı sırasında firar ederek Zağra'ya gelmiş ve ecel yolunu bağladığından kaçarken ele geçmiş Çerkeş derler biri vardı. Her gün Bulgarlar hapishane kapısına yığılıp:

«— İşte Çerkeş! Bak domuz Çerkeş!...»

Ve daha ağır sözlerle söverlerdi.

«— Seni asacağız!»

Diyerek diş bilerlerdi.

Bir de Çırpanlı bir Bulgar bulunuyordu. Bunun asılmasının sebebi anlaşılamadı.


Papazın dedikleri

O sıralarda divanhanede uzun sakallı bir papaz peyda oldu. Bize bakıp baş sallardı.
Arkadaşlardan Debbağ Hacı Hafız Efendi abdeste çıktı. Papaz onun önüne durup birçok şeyler söyledi. Hacı Hafız Efendi sükût ederek abdest alıp içeri geldi.
«— O kimdir, sana ne söyledi?»

Diye sorduk:

«— Hiç...»
Diyerek bizden sakladı.

Meğer papaz:
«— Hacı baba bü ak sakal kana boyanacak, sizi asacaklar!»
Der imiş.

Hakikaten düşmanların kararları öyle imiş. Ancak Cenabı Hak çok şükür fırsat vermedi. Osmanlı askeri tez yetişmekle başları gailesine düştüler.
Kurtulduktan sonra Hacı Hafız Efendi, papazın bu sözlerini nakl eyledi...

Hepimiz ağlaşmaya başladık.

Şu korkunç halde ve her birimiz bir fikir içinde iken ansızın kapı açıldı. Eğri boyunlu mâhut Miralay yanında bir tercümanla pür hiddet içeri girdi.

Tercüman, o vakit Zağra'da daskal bulunan îslâvikof:

«— Kulak veriniz. Miralay Bey size tenbih edecek.»
Dedi ve şu acaip tenbihi verdi:

«— Baksanıza! Sizden bazıları dünkü gün yine bizim askere karşı komuşlar. Bunu Miralay cenapları bir kere daha affediyor! Ancak bundan böyle askere ve Kazak ve Bulgarlara karşı koyan olursa, hemen içinizden kimi isterse iki kişiyi minareye cami kapısına asacaktır!...»
Miralay dahi hiddetle başını sallayarak ve Bulgarca şiddetle söylenerek, nihayet bize işaretle Türkçe: , «— İşte bu emanetlerin canlarına sıçarım!»
Dedi.

İki kimseden muratlarının Hacı Müftü Efendi ile eşraftan Edhem Ağa olduğu anlaşılıyordu. Çünkü Bulgarların bunlara öteden beri kin ve gayzları bulunduğu herkesin malûmu idi.

Zaten hiç birimiz hayatımızdan emin değildik. Göşyaşlarımızı tutamayarak hepimiz ağlaşmaya başladık.

«— Canım bu nasıl adalet! Başkaları kabahat, cinayet ederse, bizim ne suçumuz var? Kabahatli cezalansın. Bizim idamımız neden iktiza ediyor? Hükümet elinizdedir. Fenalık, cinayet edenleri bulup ceza verebilirsiniz, bu nasıl kanundur? Bizi dışarıya bırakmazsınız, dışarıdan kimseyi yanımıza sokmazsınız. Kime tenbih ve nasihat edelim!.


«Yok bizleri öldürmeye vesile, bahane aranıyorsa o başka! Elinizdeyiz. Bari bir ayak evvel cümlemizi öldürünüz! Biz de kurtulalım, artık canımızdan bıktık. Münasip olan şudur ki, dışarıdaki ileri gelenleri ve muhtarları toplayınız, onlara yalvaralım ve onlar vasıtasıyla ahaliye tekrar nasihat ve tenbih edelim!»

Diyerek pek çok ağlayıp yalvardık.

Verecek cevap bulamayıp, çıktılar.

Biraz sonra Emin Paşa ve Hacı Hâşint Bey ile bir iki muhtar ve ihtiyar getirdiler. Yanımıza sokup bize verdikleri tembihi onlara da tekrar eylediler. Telâş ile onları yanımızda bırakıp dışarı çıktılar.

Bizler de gelenlere:

«— Aman efendilerimiz, bize acıyınız. Gördünüz mü, böyle esassız isnat ve bahanelerle bizi öldürmek istiyorlar. Merhamet ediniz. Ahaliyi toplayıp cümlemiz den selâm söyleyiniz. Sıkı tenbih ediniz! Tenbih dinlemeyenleri hükümete teslim eylesinler.»
Dedik.

Onlar da ağlaşarak:
«— Siz ne diyorsunuz? Dışarda göze görünür adam kalmadı. Kimi çağırıp söyleyelim? Dışarının hâli pek fenadır. Siz bilmiyorsunuz, kimsenin bir şey yaptığı yoktur. Herkes başı gâilesindedir. Burada bulunduğunuza şükr ediniz!»
Dediler.

Dokuzunu dün astılar

Hacı Hâşim Bey:

«— İki günden beri Çoranlı tarafından top sadâsı ortalığı yıkıyor. Süleyman Paşa bugün askerle gelmek¬tedir, deniliyor. Akşama hepimizin sağ kalıp kalmayacağımızı Allah bilir!»

Derken, Hacı Közüm Ağa adındaki ihtiyar da:
«— Ah efendi! Sizin Sâlih Efendi, Hüsmen ve Hacı Eyüb'ün Mehmed, bizim damat Süleyman ve oğlu Hâlid, Hacı Sirac ve oğlu ve filânlar... Bunların doku¬zunu da dünkü gün evlerinden toparlayıp şehir kenarında öldürdüler...»
Diye söyleyerek ağlıyordu.

İslâvikof ise divanhâneden görüp:

-«— Gizli lâf etmeyin, dışarı çıkın!»

Diye bağırmasıyla onları çıkardılar.

Onlar da:
«— Bakalım, elden geldiği kadar çalışırız...»

Tesellisi ile çıkıp gittiler...

Kalb helecanından «Süleyman Paşa geliyormuş, savaş oluyormuş» sözleri, bizim kulağımıza bile girmedi. Hemen birer köşeye büzülüp tövbe ve istiğfar, dua ve zikir ile meşgul olmaya başladık.

Dışardaki müslüman ahali ise top seslerini tamamen duyup Osmanlı askerinin Muradlı ovasına yayıldıklarını görmüşlerdi.
Bulgarların:

«— Kimse sokağa çıkmasın, öldürürüz!»

Demelerinden ise can korkusuna düşerek, «Ne olursa olsun!» deyip balta, satır ve küsküler ellerinde, sokak kapılarını beklemekte, hâinlerin ürkek ve telâşlı hallerine dikkat etmektendiler.

Bulgarların genç ve dinç erkekleri, ellerinde silâh, sopa, tırpan, balta olduğu halde zorla harp meydanına ve lüzumlu noktalara gösteriş olmak üzere sevk olunuyorlardı. Yaşlılar ve kadınlar ise göç arabaları ile telâş ve perişanlık içinde Kızanlık tarafına firar etmekte idiler. Hareket eden ölüler gibi kendilerinden habersiz sokaklardan geçtikleri görülüyordu.

Müslüman ahali katliâm korkusu içinde çâresiz ve bîkarar, düşmanlar yaptıkları fenalıkların cezasına çarpılacaklarını idrâk ederek telâş ve firar halinde idiler! «Kötülüğün cezası, kendi kadar kötülüktür.»

Top sesleri artıyor
Birtakım Bulgar hâinleri müslüman kapılarını ve kimisi de minare ve ağaç gibi yüksek yerlerden müslüman topluluklarını gözeterek kurşun atmakta idiler. Bu yüzden kimse baş gösterememekte idi...

Emin Paşazâde Şevket Bey, harem dairesindeki cihannümâdan dürbün ile Osmanlı askerini seyr etmekte iken Rüşdiye Mektebi yanından bir düşmanın attığı kurşun bir karış yanında pencere sökesine vurmuş, zavallı ölü gibi aşağı atılmıştı. Muteberândan Hafız Feyzi Efendi, kendi otlakhânesinde saçak arkasından muharebeye bakmakta iken alnından vurulup cansız yere düşmüştür.

Öğleye üç dört saat varken kasabanın güneyinde Muradlı köyünden acı acı top atılmaya başladı.

«— Top atılıyor!»
«— Hayır, arabadan kazan indiriliyor!»

Gibi ihtilâflara düştük. Nöbetçiler bu hâlimize gülüyorlardı.
Çünkü altımızdaki oda ve divanhânede birtakım Bulgarlar ellerinde keser ve çekiç, durmadan tahtalar daki çivileri kakıyor, lüzumsuz gürültü ediyorlardı. Bunlar ve yukarıda zikredilen tehditler, işin aslını müslümanlara sezdirmemek için bir nümayiş imiş.
îşte böyle yaygara ve tehditler yüzünden ve Osmanlı askerinin geleceğinden ümitli' olmadığımızdan
Iıayli zaman atılan toplara inanmadık. Bir aralık da şenlik veya atış talimi zannettik!
Bulunduğumuz oda gerçi yüksek ve ovaya nâzır bir. yerde ise de, harp sahası bağlık ve ağaçlık olduğundan savaşlar görülmüyordu. Ayağa kalkarak etra¬fa dikkatle bakmak imkânı da yoktu.

Ancak top seslerinin çok artması ve devamı, Bulgarların korku ve telâşları bizden gizli tutulan sırrı açığa vurunca can boğazımıza geldi.

Zağra etrafında savaş

Bulunduğum pencereden, üç çeyrek mesafede olarak ovada görünen Bereket Öyüğü adlı küçük tepenin üstünde ve yanında taburlar peyda oldu. Bunların Rus askeri olduğunu tahmin ederek Çırpan tarafından Çerkeş dilâverleri gelmiş de onlara karşı müdafaaya geçiyorlar zannettik... Altı pâre top atıldıktan sonra bu askerler tepeden Zağra tarafına geçti ve siyah elbiselerinden Rus askerleri olmadıkları anlaşıldı. Meğer bu asker, Mirliva Veysel Paşa fırkası imiş. Bu sol cenah, şehrin batısında Ciğersöken sırtını aldı.

Cephede bağlık arasında nöbet ateşi başladı. Toplar da atışa devam ediyordu. O vakit, hükümet avlusunda silâh başında duran askerleri de bir süvari gelip aldı. Hükümet içinde telâş çoğaldı.

Tarla ve bağlar arasından ovaya dağılan Osmanlı askerinin kademe kademe ilerlediği ve süvarilerin kaçanları takip ettiği görülmekte idi. Düşmanın şose boyuna yaptığı siper üzerine yürüyen taburlar da meydana çıktı.

O arada, kasabanın arkasında toplanmış olan düşmana atılan güllelerin vızırtı ile üzerimizden geçerek arkada patladığı duyulunca arkadaşlardan ba¬zıları şaşırıp, alt kata indirmelerini nöbetçilerden ricaya başladılar! Onları da vaz geçirerek yerimizde durup sebat edeceğimizi bildirdik...
En son imdada giden bölük ile mâhut Miralay'ın bozuk düzen hükümete geldikleri görüldü. Mahpus müslümanları öldürmeye geliyorlar korkusu ile çoğumuzu vehim ve telâş bürüdü.

Ecel ile yüzyüze

Miralay, askerini Kızanlık'a giden sokak ağzında bırakarak süratle içeri yürüdü. Avlunun ortasında yüksek sesle, hükümette bulunan Bulgarlara acı bir kumanda verdi ve ricat için Kızanlık yolunu tuttu.
Onun verdiği emir üzerine hükümetteki Bulgarlar silâhlarını üst tetiğe aldılar ve üzerimize çevirdiler. Silâh şakırtısından herkes donup kaldı. Ecel meleği başımız ucuna gelmişcesine dünya ve maddi âlem gönüllerden silindi.

İşin sonunu bekleyerek, tövbe istiğfârı tekrar edip gam deryasına dalındı. Kapıdaki nöbetçiler de üzerimize silâh çevirdiler. Biri de kapının içerisine girdi...

Bir müddet bu halde onlar bize nâzır, bizler de silâh patlamasına muntazır kaldık!

Sonra yavaşça çekilerek:
«— Kapınızı kapayın.»

Dediler ve kapıyı da çektiler.
İşte o zaman bizim de gözümüz açıldı. Kapıyı içeriden çivileyerek ve kapı arkasına sandık, yastık yığarak, kuvvetlicelerimiz de kapıya arka verdiler.
Bulgarlar merdivenlerden koşarak indikçe konak Karşılıyordu. Bir takımı avluda toplanırken, diğerleri yan kapıdan sıvıştılar... Hükümetteki bigünahları öldürmek istediler, ama gerçek koruyucu olan Cenabı Hak kalplerine korku vermekle cesaret edemediler. Eceli erişen düşmanlar da kaçamadılar.
Yeni Kilise karşısında toplanan düşmanların derneğine bir gülle düşerek göğü duman içinde bıraktı. Onlar da birbirine girdi. Feryatlar ederek evler arasına ve Yeni Kilise avlusuna kaçıştılar...

Bulgar kadınları

Süleyman Paşa'nın Zağra'yı istirdadı sabahı, Rus kumandanı Osmanlı askerine bir karaltı göstermek için mühim tepelere hayvan sürülerini ve kasabalı köylü Bulgar haşaratını yerleştirdiği gibi kasabanın yukarı semtindeki Bulgar kadınlarını da, bir iki saat sonra döneceklerini söyleyerek şehrin kuzeyindeki Sarı Bayır ve Ayazma sırtlarına çıkarmış. Buradan, katliam edilecek müslümanları seyretmelerini tenbih etmiş... İşin hakikatinden gafil olan kadınlar da kaynar yemeklerini bile ocakta bırakıp kapılarını çekerek, hiç birşey almadan ellerini sallayarak müslümanların ahvâlini temâşâya çıkmışlar!...

Muharebe şiddetlenip de yanlarına gülleler düşmeye başlayınca evlerine dönmeye cesaret edemedikleri gibi öyle elleri boş kaçmayı da göze alamadıkları için işin sonunu beklemişler... Ancak asâkir-i muâvine süvarilerinin düşmanın firar ettiği yolları kesmek için ılgar ettiğini ve bahçelikte ihtiyat duran Moskof süvarilerinin de Kızanlık yolunca kaçtıklarını görünce, bunlar da o zaman birbirini çiğneyerek Moskofların peşinden gitmişler...

Savaştan sahneler

Veysel Paşa livâsının Ciğersöken tepesini tutarak Ilıca yolunu kestiğini ve düşman avlamakta olan muâvinelerin ay yıldız sancağının şehrin kenarında dalgalandığını görünce gönlümüz şâd oldu.

Sağ cenahta bulunan Recep Paşa livası düşmanın en kalabalık fırkasına karşı idi. Şiddetli mukavemet gördüğünden yavaş ilerliyordu. Çoranlı tarafından acele getirilen ve şose hendeğine pusuya yatırılan düşman müfrezesi üzerine bilmeden yürüyen bir taburun, öndeki hattı yarıya yakın kayıp verdiğinden, tabur geri alındı.

İşte bundan cesaretle, bahçelikte fırsat gözleyen Moskof süvarileri ileri atıldılar. Askeri hareketlere dikkat eden müslümanlara korku geldi. . Ancak süvarilerin Akarca mahalline girmeyip durmaları, mağlûbiyetlerine başlangıç sayıldı. Recep Paşa, taburu değiştirerek dikkatle ve kahramanca hücum edince, pusudaki düşman taburu dağılıp kaçtı. Akarca'daki Kazak süvarileri de geri döndü. Piyadeler Yeni Zağra ve süvariler Kızanlık yolunu tuttular.
Recep Paşa livâsı muzafferen Akarca kenarından geçerek şehrin doğu cihetini sardı. Çadır Öyüğü ve daha yukarı sırtları tutarak oralardaki düşmanları perişan etti.

Cepheden gelen asâkir-i Osmâniye dahi Edirnekapısı'ndaki düşmanın iki topunu zabt ederek evlerde mevzilenenlere şiddetle ateş etti.
Bulgarların bıraktıkları kundaklardan Tekke mahallesi civarındaki Karagöz Alanı fırınında yangın çıktı.

Bozgun düşman sokaklar dolusu firar ederken gözüne çarpan konaklara kurşun atıyordu. Bu kurşunlar dolu tanesi gibi etrafımıza yağdığı halde kimsede korku ve çekinme eseri görülmüyordu.

"Yukarıda adı geçen Aladağlı Abdülkadir Efendi delâleti ile Veysel Paşa kolundaki muâvinelerden otuz kadar atlı Yeni Mahallede Piri Mehmed Cami i şerifi yolundan kasabaya girdiklerinde Bulgar asileri evlerden ateş açtılar. Onlar da mukabele ederek îslâm mahallelerine geçtiler.

Abdülkadir Efendi arkadaşlarından Hasköylü Osman Ağa ( ) adında bir dilâverle süvarilerin önlerine geçip sokaklar dolusu firari düşmanları yararak bizi kurtarmak için acele gelir, «Allah! Allah!» sadâları bize sevinç ulaştırırdı.

Eski Cami-i şeriften az sonra Kalın Cami minarelerinden Ezan ı Muhammedi okundu. Düşmanın çanlarına ot tıkıldı. Her yüzden kendilerine hezimet dokundu.

Sevinçten kan harekete başlayınca vücûtlarımıza taze can geldi. Hepimiz ayağa kalkarak harbi ve kaçarken vurulup ölen düşmanları temâşâya koyulduk.

Bizi kurtarmaya gelecek bahadırları sabırsızlıkla bekler idik. Cünûd-u Osmâniyenin bir kısmı kasabaya girdi. Öteki kısmı ise şehri çevirdiğinden bir hayli düşman evlerine gizlenip kaldı. İki gün sonra firar edenlerden halen hayatta olan Bulgar vardır.

Hükümet dairesinde bekçi kalan Bulgarlar, her ne fikre mebnî ise firar etmediler. Müdafaaya hazırlandılar. Onbeş kadarı hükümet kapısı önünde durarak sarhoşluk cesareti ile silâha davrandılar. Köşe başından baş gösteren askere ve müslümanlara ikişer el tüfenk boşalttılar. Yine içeriye dönüp kapıyı kapattılar. Kendileri de zaptiye koğuşuna ve altımızdaki mal sandığı odasına kapandılar. Hükümet kapısına gelenlere kurşun atıyorlardı. Bizler de pencerelerde yığılıp askere mendil sallayarak teşci ediyordu.

Önümüzdeki evin duvarı arkasından iki Çerkeş yiğidi çıkarılarak kurşun atan Bulgarlardan gördüklerini avlamaya başladılar.

Mahpusların kurtuluşu
Asılmak ve öldürülmek için toplananlardan arta kalan otuz kadar günahsız müslümanı, muharebe başlamazdan önce kaatiller kısmına doldurup, kapılarını çivilemişler, bir de nöbetçi bırakmışlardı.

Süvari ve askerlerimiz konak avlusuna girmeye çalıştıkları sırada bu nöbetçi şaşırıp, korkup titreyerek ufak ufak geziniyor ve tüfeğini kurmaya çalışıyordu.

Bu halini görünce, pencereden:

«— Ayol, o tüfeği ne yapacaksın? Kendini mi öldüreceksin? Tüfeğini oraya bırak da şu çocukların kapısını aç! Sen de helâya gir, biz seni kurtarırız.»
Dedim.

Elimden gelirse, sahiden kurtarmayı kurmuştum.
Sübhânallah! Öyle bir hâin için böyle bir vakitte merhamet damarlarımın harekete gelmesine taaccüp olunmaz mı?
Her ne ise... Titreyerek tüfeğini duvara dayadı. Mahpusların kapılarını açtı. Yavaş yavaş ellerini oğuşturarak helâya girdi.
Bîçâre mahpuslar ise, gerçi kavga gürültülerini işitiyorlarsa da ne olduğunu bizim kadar bilemediklerinden, kapıları açılmış iken, delikten bakıp dışarı çıkmaya cesaret edemiyorlardı.

«— Ne duruyorsunuz? Çıksanıza!»
Dedim.

Kapıyı açtılar yine bana bakıyorlardı.
«— Korkmayın canım çıkınız!»
Dedim.

Zincirden boşanmış aslanlar gibi oradan dışarıya uğradılar. Ellerine kimi balta, kimi küskü, kimi demir parçası alıp, altımızdaki mühimmat dolu odanın demir parmaklıklarını kırmaya başladılar!
Kapı önüne gelen muâvine ve süvariler de bir Çerkesin cesaret ve öncülüğüyle konak avlusuna doldular.
Altımızdaki odalarda silâh ve balta patırtısı arasında divanhâneye çıktık. Merdiven başında dostlarla sarmaşarak ve meserret yaşlan dökerek ıyd-i ekber eyledik. Ve «müslümanlara izzet, nusret ve zafer lütfeden Allah'a şükür» hamdı ile selâmete carı attık.

Hükümet dairesinde kalan fedâi Bulgarlar tepelendi. İslâmdan kimsenin burnu kanamadı. Yalnız Ali Ağa, Bulgarlarla boğuşurken, kasatura ile Kulağı arkasından hafifçe yaralanmıştı. Sokakta bir delikanlıyı da ileri gelenlerden Hacı Tayyar Ağa'nın kazaen boşanan martini kurşunu öldürmüştür...
Kötü niyetliler

Yukarıda zikr olunduğu üzere istilâdan birkaç gün önce, belde eşrafından Hacı Tayyar Ağa, Sâdık, Tevfik ve Tahsin Beylerle, Dayı Ahmed Ağa ve Hisarlıklı Emin gibi zatlar, birer vesile ile Yeni Zağra'ya ve oradan da Edirne'ye kaçmışlardı.

Sonraları istilâ sırasında Zağra'dan firar edenler:
«— Zağra'da müslümanlar katliâm edildi, Rus'u ileri gelenlerimiz davet ettiler, şöyle oldu, böyle bitti.»

Gibilerden câhilâne ve mübâlâğalı haberler uydur¬muşlar.
Bu sözler eski münâkaşalarını yenileyip kin ve husûmetlerini arttırdığından, Zağra'da tutulan eşraf ve ileri gelenlerin can düşmanı kesilerek, aralarında, öldürmek için karar almışlar. Hattâ Müftü Hacı Ahmet Efendi ile Eyüb Sabri Efendiyi öldürmeyi Hisarlıklı Emin üzerine almış...
Hacı Tayyar Ağa'nın avanesi ile hükümet dairesine koşması ve köşe başından bizleri görünce martiniyi kurarak üzerimize çevirmesi, o fikrin cahilâne neticesi imiş.

Hükümet önünde hayvandan inerken kâzâen martini boşanıp köylü bir bîgünâhı öldürmüştür. Diğerleri de Ağa gibi, Emin Paşa, Hacı Hâşim Bey vesâirenin katline koşmuşlarsa da çeşitli mânilerle kötü niyetlerinde muvaffak olamamışlardır.

Hükümet önüne çıktığımızda, oraya gelen bir tabur askeri tebrik ve arz-ı teşekkürat ile gazalarını tes'id eyledik. Yüzlerinden ve gözlerinden öperek, kumandanlarını ve askerin miktarını sorduk. Müşir Süleyman Paşa kumandasında altmış tabur asker bulunduklarını, Yeni Zağra'dan on iki taburla Rauf Paşa'nın ve Çırpan'dan sekiz taburla Mehmed Hulûsi Paşa'nın da akşama sabaha geleceklerini tebşir eylediler. Kalbimiz mutmain ve mesrur olup, gözlerimiz yaşla doldu.

Hapislik müddetince hânemiz halkından doğru bir haber alınamadığından her şeyden evvel ciğerpârelerimi görmek arzusu gönlümü zorluyordu. Sokaklarda emniyet olmadığından bir iki dostun refakatinde mahalleye gittim. Hanri Martini ile Vinçesterlerin bir düzüye patlamaları, gazilerin gökleri tutan «Allah! Allah!» sadâları kasabaya bir başka heybet vermişti.

Etraftaki tepelerde, Allah'ın yardımına mazhar şanlı Osmanlı ayyıldız sancaklarının dalgalanması, tabur ve bölüklerin muzafferâne geçmesi, çekilen mihnet ve elemleri unutturdu.

Çok şükür azizün züntikaam olan Cenabı-ı Hak düşmanlardan intikamımızı aldı. Yollarda düşman laşeleri alkanlar içinde serilmiş yatıyordu. Kimi de yaralanmış tepine tepine can vermekte idi. Günahsız müslüman ahâliye ettikleri zulmün cezasını görüyorlardı.

Aileme kavuştum.

Bu ibretgâhta bir iki tehlike savuşturup iki arkadaşımla Mekteb-i Rüşdiye önüne vardık. Evlâd ve ıyâlimin meyus ve mükedder beni soruşturduklarını gördüm. Ben onları onlar beni görünce, feryad ve sevinçle boynuma sarmaştılar. Bizim böyle hüngür hüngür ağlayışımız, bölük bölük geçen askere de tesir ederek onları da için için ağlattı.

Gönlünde zerre iman ve merhameti olanlar, böyle müthiş halleri görüp de ağlamamak kabil midir?
Akrabamızı ve komşuları birer birer sordum. Mektebi, îbtidâi muallimi yeğenim Salih Azmi, kayınbiraderimin oğlu Hüsmen Efendilerle, komşularımızdan küçük büyük on bir günahsızın bîr gün evvel eşkıya tarafından şehid edildiklerini, kendilerinin tavan ve saçak aralarında bin zahmetle kurtulabildiklerini, açlıktan ölüm derecelerine geldiklerini haber verdiler! Halleri de buna şahitti...

Gidenlere rahmet, sağ kalanlara selâmetle hayır
duadan başka elden ne gelir?

Bütün miislümanlar kabirden çıkmış cenaze ve hazan yaprağı gibi sararmış, zayıf ve mecalsizdi. Cenab-ı Hakk'ın avnü inâyeti ile esâretten kurtulan ahâli, kayıplarını aramakta, hürmet ve muhabbetle İslâm askerinin hatırlarını sormakta idiler.

Sabahtan beri altı saattir, semenderler gibi ateş içinde devamlı yuvarlanıp düşmanla boğaz boğaza uğraşan yiğitler susamışlardı. Kadınlar dahi onlırı bakır bakır sularla ve hazırlanan ekmeklerle, sulayıp doyuruyorlardı.
Sokaklardan akan dereler, kızıl ırmağa dönmüş, baltasını kapan çocuklar bile intikam almak için Bulgar evlerine dolmuştu. Ama ne çâre, zâlimler görülmüyordu.

Düşmanın tepelenmesi

Çerkeş ve Zeybek, muâvine dilâverleri garip kıyâfetleri ile, yalın kılıç ve bıçaklarla, ecel melekleri gibi, gördükleri düşmanların başlarına çökerler ve izbe ve mahzen misilli tenha mahallere sokulanları çıkarıp, kanlarını dökerler idi.

Asâkir-i Nizâmiye ise, intizamla hareket ederlerdi. Kilise ve fabrikalar gibi muhafazalı yerlere gizlenip mevzilenerek, üzerlerine gelenleri kurşunlayan düşman artıklarına gazanferâne savlet ederek ele geçirir ve öldürürler, inat ve mukavemet edenlerin, başlarına binalarını yıkarlar idi.
«(Kadın dedi ki:) Şüphesiz ki hükümdarlar, bir memlekete girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır.» (Nemi sûresi 34. âyet)

Birkaç saat önce izzet ve gururla pür huzûr, müslümanların zillet ve hakarette olmaları ile müftehir ve mesrûr olan hâinler, nefisleri ve Moskof misafirleri için hazırlamakta oldukları nefis yemeklerini ateşte kaynar ve ocaklarını yanar bırakarak, hâlin değişmesiyle «eyn-ül meferr» vâdisinde firar ederler iken vurulup, kanlar içinde teker meker ölürler; kadınları ise yabanlık elbiseleri ile merhametli müslüman evlerine sığınırlar idi. «O zâlimler, yakında, nasıl bir inkılâb ile sarsılacaklarını göreceklerdir.» (Şuarâ sûresi, 227. âyet)

Üç yüz kadar düşman Yeni Kilise'ye sığınarak teslim olmamakta inat ettiler. Nasihat etmeye gidenlere kurşunla mukabele edip, kuvvetlerine güvendiler. İslâm askeri mecburen top dânesi ile hepsini telef etti. Geri kalan bu gibi muhâlifler de temizlendiler.

Bu kilisede, anlatıldığı şekilde telef olanların kemikleri yakın zamana kadar konsolos ve şâir ecnebilerden Zağra'ya gelenlere gösterilir, Türklerin barbarlığına şâhit tutulur idi...

Halbuki kendi hâlinde ve hânesinde oturan, katiyen karşı koymaya hazırlanmayıp tamamen teslim olan müslümanlar ve bilhassa çocuklar, şehrin kenarında, vahşiyâne sopalarla öldürülüp cesetleri kuyulara istif edildi. Herşeyden el çekmiş yatan mevtâlarımızın, beş yüz senelik mezar taşlarını kırıp kemiklerini kazıp çıkardılar. İbâdethânelerimize hakaret edip, taassup ve hırçınlıklarından on dört minare ve cami yıktılar.

Bütün bu yaptıklarını hilekâr Bulgarlar sakladılar.
Konsolos cenapları da galiba böyle şeyleri görmeye ve öğrenmeye tenezzül etmediler.

Değil müslümanların, hattâ en vahşi adamların bile hayal ve hatırına getiremeyecekleri birtakım kanlı sahnelerle Zağra'nın istirdâdını tasvir ve resm ettiler. Bu müthiş ve iğrenç muharebe resim ve tablolarını dükkân ve kahvehânelerine asarak onları hususi tarihlerine dere ettikleri görüldü.

Zağra'nın istirdâdı ve Çoranlı muharebesi günlerini, fevkalâde günlere ilâve ettiler. Her sene Temmuzun ondokuzuncu ve yirminci günleri yortu ve mâtem edip, bu mevkilerde nutuklar irad ve dua ederler...

Harbin cereyan şekli ve hatalarımız

Yukarıdaki beyanlardan anlaşılacağı üzere Süleyman Paşa öncülerine güneşin doğuşundan iki saat sonraları düşman, Muradlı çiftliğinden ateş etmeğe başlamış ve altı saat sonra Eski Zağra istirdâd edilmişti.

Paşa'nın maiyetinde yüz kadar mevcutlu bir bölük Redif süvarisi vardı. Ancak bunlar ordunun öncülüğü ve mühim arabaların muhafazası için gayri kâfi idi. Gerçi üç yüz kadar Zeybek Muâvine süvarisi ile yetmiş kadar Çerkeş atlısı da vardı. Fakat Zağra'ya girildiğinde bunlar yağmaya dağıldıklarından, düşmanı takip edecek süvari kuvveti yoktu.

Düşmanı takip için bu süvarilerden hiç birini sevk etmek mümkün olamadığından, çâresiz, Süleyman Paşa kendi yanından iki tabur ayırarak düşmanın takibini Veysel Paşa'ya emr etmiştir. Ancak bunlar Beş Pınarlar'a ve Boğaz Ağzı'na kadar gidip dönerek: «Derbend köyüne kadar düşmanı takip ettik» cevabını vermişlerdir!

Süleyman Paşa ertesi Çarşama günü Kızanlık'a ve Şıpka'ya yürümek azminde idi. Fakat Zağra'nın istirdadından dört saat sonra gelen ve Rauf Paşa'nın yardım istemek için gönderdiği Çerkeş ve Hacı Mehmed Bey'in rabıtasız karışık sözleri ve «Rauf Paşa bozulmuş» havadisinin yayılması Paşa'nın bu kararını bozmuştur.

Yine o akşam Rauf Paşa'nın bozularak Edirne Kara Pınar'ına firar eylediği haberi geldi. Kara Pınarda Miralay Musa Kâzım Bey ise, Yeni Zağra firarilerinden rivayeten «Ruslar, yirmi bin kişiyle Yeni Zağra'yı alıp Karapınar'a doğru yürüyorlar» gibi müthiş bir haberi Yıldız'a bildirmiş. Bu haber Yıldız tarafından Süleyman Paşa'ya tebliğ- edildi.

Yine o akşam, Eski Zağra önlerine gelen General Gurko fırkası, sabaha karşı Yeni Zağra'ya doğru çekildi.

Bu gibi hadiseler, her şeyden önce, ordunun mühimmat ve zahire yolu bulunan Yeni Zağra'nın kurtarılması lüzumunu gösterdi. Kızanlık ve Şıpka'ya hareket plânının tebdiline mecbur olundu.

Meğerse, Yeni Zağra'ya yirmi bin Rus gelmesi aşırı mübalağa ve Bulgar casuslarının şâyiası imiş. Gurko'nun Yeni Zağraya doğru çekilmesi de, Balkan'ın öbür tarafına çekilmek için tasarladığı hareketin başlangıcı imiş...

Halbuki bu hakikâtler o zaman bilinmiyordu. Sonra Bükülmük köyüne vardığında, Rusların kısmen dağ yoluyla oradan çekildikleri öğrenildi. Yeni Zağra'ya yaklaşılıncaya kadar Rusların buraya ancak birkaç tabur terk etmiş olduklarını Süleyman Paşa haber alamamıştır. Çünkü müslüman halk dehşete kapıldığından düşmanın miktarını mübâlağa ile büyülterek haber veriyor, Türk kıyafetine girmiş olan Bulgar casusları da onları tasdik ediyorlardı! Ele geçen Bulgarlar ise asılmakla tehdit edilirken bile doğru söylemekten imtina ederlerdi!

Eğer Rauf Paşa, Çoranlı hezimetini vücuda getirmese veya mağlûbiyetten sonra Eski Zağra'da Süleyman Paşa ordusuna katılarak, iki kuvvet birleşse idi, işin aslı bir derece anlaşılır ve Kızanlık, Şıpka harekâtına devam olunarak, Şıpka istihkâmları kolaylıkla alınabilirdi.

Zira Süleyman Paşa'nın hücumundan düşman o kadar ürkmüş idi ki, birbirini çiğneyerek Zağra'dan firar edenlerden Derbend içerisinde dar yollar cesetlerle ve dere içerisi araba parçaları ve eşya ile dolmuştu.

Bunlar bu halde Kızanlık'ta dahi duramayarak:

«— Türko glamo!»
Yani «Türk çok büyük» sözleriyle Balkanlara kaçmış Ve ekserisi Tırnova'yı aşmıştı.
Kızanlık Bulgarları da onların bu hallerini, büyük telâş ve perişanlıklarını görünce Zağra'lıları takip etmiş, soluğu Şıpka'da almışlardı!
Ruslar. Şıpka ve Gabrova'yı bıraktıkları gibi Tırnova'yı da tahliyeye başlamışlardı. Fakat takip olunmadıklarını ve ordunun Yeni Zağra'ya çekildiğini görünce, intikamcı Bulgarlar, Balkanlar'dan inerek müslümanları imhaya ve mallarını yağmaya giriştiler. O sırada icrâ ettikleri zulüm ve alçaklıklar, bunlar için yazılan kısımda anlatılacaktır.

Gerçi Süleyman Paşa'nın maiyetinde kırkbir tabur asker var idiyse de, hakiki miktar ancak onsekiz bin nefer kadarmış. Rauf Paşa ile beraber on bir ve Çırpan'dan hareket eyleyen Mehmed Hulûsi Paşa'nın yanında ise yalnız altı tabur mevcut imiş. Bunlar daha sonra yapılan tahkikat ile anlaşılmıştır.
Rauf Paşa'nın Çoranlı muharebesi de elhak çok şiddetli idi. Düşmana pek çok yara açmış, düşman hemen mağlûp olup dağılmak durumuna gelmişti. Fakat Salı günü Süleyman Paşa'nın Zağra'yı istirdâdı üzerine bozulan düşman firarileri, Yeni Zağra ve Bükülmük cihetini tuttuklarından düşmana imdat geldi zannı ve cephanenin tükenmesi Rauf Paşa fırkasının bozulmasına sebep olmuştur.

Hattâ sonraları harp sahasını görenlerimiz, şehitleri elbise ve çantası üzerinde, tüfeği ve zâbitlerin kılıçları ellerinde yatar bulmuşlardı. Bu hal ise bozgundan, düşmanın katiyen haberi olmadığına ve istifade edemediğine bir delil sayılmıştır.

Düşmanın zayiâtı daha çok idi. İki sene sonra mevtalarının kemiklerini toplatıp bir tepeye gömerek, namlarını yâd etmek için Ruslar tarafından taştan bir alâmetleri diktirilmiştir.

Ne yazık ki, Rauf Paşa'nın, kuvveti ile Eski Zağra'dan orduya gelemeyip, dokuz saat uzaktaki Karapınar'a kaçması, o sıralarda ve sonraları pek çok zayiata sebebiyet vermiştir.

Yangınlar!

Salı sabahı Muradlı köyünde bulunan düşmanla Osmanlı askeri muhârebeye başladıklarında, müslüman ahaliye içerde şaşkınlık vermek için olacak, İs¬lâm mahallesine bitişik olan Karagöz Alanı'ndaki fırını Bulgarlar tutuşturdular. Daha sonra da yer yer yangınlar çıktı.

Kasabanın istirdâdı sırasında firar edemeyen meyus Bulgarlar, kaçmalarına sebep olur hülyasıyla müslümanları meşgul etmek ve zarara sokmak için boş kalan evleri ateşe verdiler. Bu ateş hep varoşta ve İslâm mahallelerine yakın yerlerde çıktı.

Müslüman ahali, akıl ve tedbirden yoksun, rüzgâr ise şiddetli bulunduğundan, yangın az vakitte büyüdü.
Daha önce firar edip de bu kere geri dönen ve aklı başında bulunan bazı Zağralılarımız, Kumandan Paşa'dan yangının söndürülmesi işinde yardım istediler.

Mirliva Şükrü Paşa ve Hacı Arif Paşa ile Miralay Necmi ve Rıfat Beyler taraf taraf yangının söndürülmesine memur edildi. Bu sırada yağmacılığa mani olmak için memleket etrafına kordon çevrilmişti.

Ama ne çare ki Osmanlı askerinin söndürmeye çalıştığı yangını, saklanmış olan Bulgarlar ve kendini bilmeyen yerli müslümanlar bir taraftan tutuşturmaya devam ediyorlardı.

İkindi vakti Emin Paşa'ya ve konağında bulunan Kaza Kaymakamı Sâib Efendi'ye Süleyman Paşa yâver gönderip:
«— Osmanlı askerinin yanında itfaiye âletleri yoktur. Sizler de birlikte çalışınız.»

Demesi üzerine, birlikte çalışılarak, yangının önü alınmıştı.

Ertesi Çarşamba günü hicret telâşına düşen ve güçleriyle, kasaba altına çıkan müslüman ahaliden birtakım fikirsizler:
«— Artık hicret ediyoruz, bize bu kasaba lâzım değil... »

Gibi yanlış bir düşünceyle, öğleden sonra yine yer yer Bulgar ve İslâm, hâne ve dükkânlarına ateş verdiler!
Osmanlı askeri yine yangının söndürülmesi için koşturuldu, mataralarla su taşıtıldı. Fakat rüzgârın şiddetle esmesi ve ateşin çeşitli yerlerden çıkması, it- fâiye âletlerinin azlığı sebebiyle muvaffak olunamadı. Bu sefer kasabanın ekseri mahalleleri yandıktan sonra yangın bastırılabildi.
Emin Paşa'nın konağı ile yanındaki konaklar, bilhassa gönderilen bir bölük asker tarafından yangın¬dan kurtarılmıştır.
Daha sonra yağmaya gelen Kırcaali dağlıları ve Zağra'ya dönen bazı yerliler:

«— Moskof'u bu herif dâvet eylemiş...»
Diye suizanna binâen Emin Paşa'nın konağını yakmışlardır, ( )

Hicret meselesinin çıkışı

Zağra ahalisinin hicret meselesinin ise o vakit söylenen sebeplerden doğmadığı, sonraları tahkik edilerek anlaşılmıştır.

Şöyle ki:
Zağra'nın istirdâdında, Salı günü, ahalinin bir kısmı içinde bulundukları dehşetin şevkiyle, Süleyman Paşa'dan hicret etmeleri için müsaade ve yardım istirhâmında bulunmuşlar. Paşa, bu halde onları mâzur görerek, arzularını yerine getireceğini söylemiş.
Hacı Tayyar Ağa'nın da bu fikri desteklediği duyulmuştu.

Kumandan Paşa'da müsâade tavrı gören, o kısım ahali, derhal hicret hazırlığına başlamışlar ve bu hicret sözü, memleket içinde bayağı yayılmıştı. Biz bu şâyiaya kulak verenlerden değil idik.

Çarşamba gecesi ve sabahısı, Rauf Paşa üzücü vak'ası doğru çıkınca, Süleyman Paşa, memleketin dağılmasını arzu etmediği ve uygun bulmadığı için, buna bir çare aramakta imiş. O sırada Kaymakam ve Belde Nâibi ve Müftü Efendilerle Emin Paşa, Hacı Hâşim Bey ve diğer bazı eşraf, Paşa'yı ziyarete ve hoşgeldine gitmişler.

Belde ileri gelenleri arasında haset ve düşmanlık esasen mevcuttu. Rus'un istilâsı meselesinden dolayı iki kat artan kin ve gayzın şevkiyle Hacı Tayyar Ağa, Sâdık Bey gibiler, rakiplerinin aksine hicret taraftan idiler.
Bu fitnenin ve Çoranlı hadisesinin herkesi şaşırttığı bir sırada idi. Ziyâretçiler Süleyman Paşa'nın ne fikir ve muamelede bulunacağını bekliyorlardı.
Süleyman Paşa bazı sual ve cevaptan ve Rus'u karşılamaya çıkmış olmalarını takbih edip teessüflerini beyan ettikten sonra:

«— Rauf Paşa dünkü gün buraya gelecek idi. Ben de onları burada bırakıp Kızanlık'a ve Şıpka'ya geçecektim. Hâlâ gelmedi. Bir tehlikeye düşmemeleri için imdatlarına gidilmek lâzım geldi. Şimdi buranın muhafazasına yedi sekiz tabur bırakmış olsam kuvvetimin bölünmesi lâzım gelecek. Ahali ise hicret etmek istiyorlar. Onlar da yaralılarla Karapınar'a gitsinler...»

Diyerek fikirlerini öğrenmek istemiş.

Ancak, bunlardan hiç biri cesaretlenip de:
«— Efendim hicret sevdasında bulunanlar çok az dır. Memleketimizin bozulmasını istemeyiz. Dahilî intizam için bize iki tabur asker veriniz. Biz de silâhlanır memleketimizi çıkması muhtemel olan Bulgar eşkıyasına karşı koruruz...»

Diyememişler ve ortaya doğru bir fikir koyamamış.

Çünkü bunların hicret hususunda mütereddit olanları da Paşa'dan bu sözü işitince fikirlerini değiştirmişler ve hepsi düşünceye dalmışlar.
Hacı Hâşim Bey'in:
«— Efendim! Araba ve hayvanı olmayan fakir ahâli ne yapsın?»
Demesi üzerine:

«— Böyle bir zamanda araba ve öküz, benim malımdı, değildi bakılmaz, orduluktur. Kırlar, öküz araba dolu, herkes bir çift öküz tutup koşuvermeli!»
Cevabı verilmiş!.
Bu halde, yine o zâtlara lâzım gelen:
«— Efendim! Beldemizin mahvıyla neticelenecek olan bu hicret meselesini, müsaade buyurunuz, bizler bir kere aramızda müzâkere edelim!»
Demek ve sözü ayağa düşürmeyerek, fedâkârca çalışıp, güzel bir tedbir teklif etmek idi.
Ne çâre ki Çırpanlı Sâid Ağa gibi fedâkâr, gayretli ve balkın teveccühünü kazanmış, cesur eşrâfımız çıkmadı. Zıtlık, anlaşmazlık, dağınıklık bizleri mahva sürükledi.

Çarşamba sabahı ordugâhı görmek, mümkün olursa kumandan Süleyman Paşa'nın teşekkür için ve sözüne binaen ayaklarını öpmek, gazalarını tebrik etmek, hâlisâne niyeti ile Bâdemlik ordugâhına çıktım.

Bulgar evleri aranıyor, yangın dahi bazı yerlerde devam ediyor idi. Rus ve Bulgarların İslâm ahâliden alıp topladıkları ve hezimetleri üzerine Zağra ve civarında bıraktıkları binlerce hayvan vardı. Bunlar, top ve tüfek sesinden, lâşe ve yangın dehşetinden ürkerek, o emsalsiz bağ ve bahçelerde sürü sürü koşup gezerler ve dehşetli dehşetli bağrışır ve meleşirlerdi.

Irem bağına benzeyen bu nefis nâdide beldenin, gök duman ve kızıl alev içinde mahv olup gitmesi, bahçe ve bostanlarının hayvan ağılma ve insan salhhânesine dönmesi ciğerlerimi pâre pâre etti ve gözlerimi kan ağlattı.

Aziz vatanımızı bu hâle koyan düşmanlara gayri ihtiyâri lâ'net okuyup, tek başıma şaşkın şaşkın gezinerek etrafa bakınır idim.
Balıkesir muavine zâbitleri, benim bu perişanlığımdan galiba müteessir olmuşlar ki, yanlarına çağırdılar. Rus'un ve Bulgarların yaptıkları zulümleri sordular. Vahşî muamelelerini tafsilâtla anlattım; teessüf gösterip lâ'net okudular.

Sohbet sırasında, birisi:
«— Efendi! Çok şirin kasabanız varmış; lâkin yazık olacak.»
Dedi.

«— Aman birader Ağa, söylemeyiniz. O da başımıza gelecek mi?»
Dedim.

«— Bilmem ama öyle bir şey hissediyorum.»
Dedi.
Bu sözlere çok üzüldüm. Kasvet içine daldım.

Meğer bu Ağa, dünkü gün konuşulan hicret sözlerini işitmiş imiş.
Biz bu konuşmada iken süvarilere boru ile «hazır ol» kumandası verildi, onlar da hazırlığa başladılar.
Kumandan Paşa ile artık görüşmeye imkân olamayacağı anlaşıldığından mecburen şehre döndüm.

Belde eşrâfının telâş içinde Paşa'nın huzurundan dönerek şehre girdiklerini gördüm. Sür'atle arkalarına düştüm. Yolda bazılarının öküz ve araba tedâriki kaygısına düştüklerini hisseyledim.

Meğer yukarıda zikr olunduğu üzere, ahalinin hicreti meselesi, Süleyman Paşa'nın fikri ve tasvip ettiği bir şeymiş gibi anlaşılmış.

Büyükler arasındaki fitnenin sonu

Yekdiğerinin mahvını isteyen ileri gelenlerimiz, böyle bir zamanda vatan ve ahalinin selâmetini, şahsî garazlarına feda ettiler!
Emin Paşa'nın istibdat ve kibri yalnız Zağra ahalisini değil, nâmını işitenleri bile incitmiş ve kendisinden nefret ettirmiş olup, «Bulgar taraftarlığı» gibi kötü bir şöhret kazanmıştı.

Süleyman Paşa, daha Edirne'ye vardığında Emin Paşa'dan şikâyet işitmeye başlamış. Eski Zağra'ya girmezden önce amcazâdesi Sâdık Bey ile Tahsin Bey, hacı Tayyar Ağa, Mümin Baba Tekke köylü İbiş Çavuş, Eseoğlu Ahmed, Câfer Ağa ve sairleri Paşa'ya çıkıp:

«— Emin Paşa, başına ayak takımından adamlar loplayıp ahaliyi hicretten men eyledi, bunca müslümanın katline sebep oldu!»
Diye şikâyet etmişler.

Eski Zağra'nın istirdâdı günü ise beldenin Kaymakamı Sâib Efendi, Deli Hüseyin oğlu Süleyman Efendi ve daha bir takım muteberân Emin Paşa'dan edilen bu şikâyeti teyid eylemişlerdir.

Bunlardan başka Ibni îvaz, Gürce, Piri Mehmed mahalleleri ahalisi ile bir çok müslümanlar, Süleyman l'aşa, Çırpan kapısı tarafından ikametgâh edindiği Ayazma tepesine giderken, Paşa'nın önünü alıp:
«— Emin Paşa ile hakkımızı hak eyle!»
Diye bağrışmışlardı.

Bu sebeplerle Paşa, Çarşamba sabahı, ileri gelenlerle birlikte kendisine hoşgeldine gelen Emin Paşa'yı, istilâden önce ahaliyi hicretten men ettiği ve Rus'u karşılamaya çıktığı için tekdir etmiş, ahali dahi Emin Paşa aleyhine epey söylenmişlerdi.

Emin Paşa'nın mahvı için herşeyi göze alan ve nefislerinden gayriyi düşünmeyenler ise hicrete hazırlandılar. Onları görenler de korkuya kapılıp hicret derdine düştüler.

Kızılca kıyâmet koptu!
Beride ise ahalinin çoğu zafer neşesiyle akılları zıvanadan çıkmış halde idiler. Evlerine sığmayarak her biri bir tarafa dağılmışlardı. Ganimet malı zannederek Bulgarların terk ettikleri malları, hattâ birbirinin malını, günah ve veballeri gibi yük yük evlerine taşımaya koyulmuş idiler. Takva ehli sayılan ve ulemâdan geçinen âdemcikler bile bu gaflete düşmüşlerdi. Öyle hicret belâsı hayallerinden bile geçmemişti.
Hiç umulmazken:

«— tki saate kadar kasaba boşaltılacak, ahali hicret edecek, Kumandan Paşa böyle emr etmiş!»
Şeklinde yalan bir söylenti yayılınca, herkes en korkunç evhamlara düştü. Kasaba içinde kızılca kıyâmet koptu.
Allah Allah, aman Yârabbi! Kimi evlâdü ıyâlini, kimi peder ü mâderini arar; kimi öküz, araba tedârikine koşar; kimi bayılır, kimi ayılır...
Dul kadıncıklar bir taraftan:

«— Şimdi ben kimsesiz ne yapacağım? Eyvah!»
Diye yolum yolum yolunurdu.

Bu hâli yolda öğrenince evime koştum.
Hepimiz birer tarafa koşturduk. Çalışa çabalaya üç hâne halkı, iki çift öküz ile bir araba ele geçirebildik.

Önce, hemen hicret olunacak diye, alelacele topladığımız bir çuval elbise ve eşya ile birkaç yorgan ve kayınbiraderlerim de buna benzer birer miktar eşya alarak ve arabaya elli altmış okka kadar un koyarak derhal kasabanın alt tarafına çekildik.

«— Ahalinin hepsi hicret ediyor, kasaba boşalıyor...»

Diye, keyfiyet Süleyman Paşa'ya haber verilince, kötü tedbirlerin vahim neticelerini idrâk ederek, yâverini, Kaymakam Sâib Efendi'ye göndermiş.
Yaver, Kaymakamı Emin Paşa'nın konağında, Emin Paşa ile Hacı Müftü Efendi, Edhem Ağa, Hacı Tayyar Ağa, Dayı A
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #8 on: June 18, 2010, 04:14:41 pm »

Diyerek, pek ziyâde üzülüp gönlü kırılmış.
Süleyman Paşa başka birtakım süvari ve yâverleri dahi etrafa dağıtarak, bu hicretten vazgeçmelerini ahaliye tavsiye ve ilân ettirdi.
Muradlı'ya doğru ilerleyen göç arabalarını çevirdiler.
«— Arabalar, çoluk çocuk şehrin kenarında kalsın. Erkeklerden birer ikişer hânelerinize dönün. Evlerinizi bekleyin, yağma edilmesin. Inşallahu teâlâ sabah yine hepiniz hânelerinize dönersiniz...»
Dediler.

Ancak bu sözlerin ürkmüş olan ahaliye bir tesiri olmadı. Bazı dönenler bulunduysa da, evlerinde kalamayarak yine göç arabalarının yanlarına geldiler.
îşte tarif edilmesi gayri kabil bir telâş ile ikindiye kadar kasaba altına çıkıldı.
«— Rus yine geliyor ve çok fazlaymış!»
Yalanlarıyla kulakları dolan ve korkudan gözleri büyüyen âciz ve bîçâreler, hastalarını evde terk eyleyerek aziz mallarını almaya ellen varmamış, araba ve hayvan tedarikine muktedir olamayanlar ise koltuğunda bir bohça ile çıkmışlardı.
Bizim çocuklar ayakkabılarını alamadıkları gibi, ne altımıza serecek kilim ve döşek ne yemek pişirecek tencere ve çömlek alınmış, ne de yolda su içecek maşraba ve ibrik konulmuştu. Hele ki şehrin kenarında, civarımızdaki askerler bir tencere ile bir abdest ibriği verdiler...

Velhâsıl:

«O gün, kişi, kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün herkes kendi derdine düşer.» (Abese suresi, 34—37. âyetler) İlâhi kelâmından bir nümûne göründü.
Ahali kendi evlerini yakıyor.
O gün hicrete kalkışan ahâli, sanki başına gelen felâketlerle çıldırmış gibi:
«— Artık biz gidiyoruz. Bize ev, mülk lâzım değil!»
Diyerek her tarafa ateş verdiler. O gece fakirhane ve civarı, bütün çarşı, büyük saat kulesi, varoş alev içinde yanmakta, yer yer tüfekler patlamaktaydı!
Gârip değil mi ki, şu manzaradan müteessir olanlar pek az idi!...
Perşembe sabahı, ahaliden söz sahipleri toplanarak müşâvere ettiler. Kimi Çırpan'a, kimi Edirne'ye gidilmesini ileri sürdü, hayli konuşuldu.
Kaymakam Sâib Efendi, Süleyman Paşa'ya gidip:
«— Ahalinin hepsi hazırlandı, emirlerinizi bekliyoruz.»
Demiş.

Paşa dahi yaralıları, esir kalan Bulgar kadın ve çocuklarıyla ihtiyarlarını, yanlarına iki tabur asker katarak yola çıkardı. Ertesi Cuma günü de kendisi maiyeti ile Yeni Zağra'dan hareket etti.

Eyyâm-ı Bahur'un şiddetli sıcağı, yolların tozu, suyun azlığı, yolculuğun garipliği ve üzüntüsü o derece idi ki, çekilen mihnet ve meşakkati anlatabilmek imkân hâricidir.

A'lâ faytonlarda bile incinen, sünbülî havada bile şemsiyesiz gezmeyen nâzenin hanımlar, beyler, toz toprak içinde, kızıl güneşte, yürür, gezer omuzlarında yük çeker öküz koşup araba yederler idi! Çünkü servet ü sâmân, kadrü itibâr, cümleten mahvü zâil olmuş, eski hizmetkârlar dağılıp, efendilerini tek başına bırakmışlardı.

Birkaç yüz seneden beri ecdattan hâneden olan, yalnız mutfak takımını kırk elli araba kaldırabilen Emin Paşa ve emsâli, belde eşrâfı, bir çekmece ile en çok bir araba eşya alabildiler. Bütün emlâk ve servetleri mahv oldu.

îhtıyar ve hastaların sürüne sürüne gitmeleri, ailesini kaybedenlerin yol üzerinde şaşkın şaşkın ağlamaları, gönülleri dilhûn ediyordu.
Arabacı köyünde yetmiş yaşında hasta bir kadıncığın:

«— Ali! Oğlum Ali! Bre Ali!»

Diye haykırması, canhıraş na'rası, perişan hâli, halâ kulağımda ve gözümün önündedir...

Kasaba insanı, çoğu araba koşmak ve kullanmak bilmediklerinden, adım başında araba kırıldığı ve kırılanları yapacak adam bulunmadığı için yol alınamadı. Dokuz saat mesafede bulunan Kara Pınar'a ancak üç günde varılabildi.
Hâsılı kelâm, oniki bin müslim ve yirmidört bin gayri müslim nüfusu bulunan ve fethi tarihinden 1294 yılına kadar beşyüz yirmidokuz sene imârına gayret sarf edilen, o eşsiz şehir, ö ma'mur ve münbit kazâ, on gün içinde, mahv ü hebâ olarak bir kabristana ve haşir meydanına döndü!
Rus elinde bulunduğu on gün zarfında aslı Bulgar olan Kazak ve intikamcı Bölükleri'nin, Bulgar vahşilerinin türlü ezâ ve hakaretle idam edip öldürdükleri müslümanların sayısı kasabanın içinde bin beşyüz ve köylerde bin sekizyüz kişi olarak tahmin edilmiştir. Yabancılar ise bu hesaba dâhil değildir.

DÖRDÜNCÜ FASİL
BULGAR MEZÂLİMİ

Eski Zağra kazasının Bükülmük köyü müslüman ahalisinden ikiyüz oniki kişi kati olundu!

Katliâm şöyle olmuştur:

Zahire tâciri Yanko ( ) adında bir habis Zağra'nın istilâsından sonra kendisine Rus zabıtası süsü vererek arkasına aldığı yağmacı ve intikamcı Bulgar haşarâtıyla müslümanları mahv etmek için Bükülmük'e gelmiş. Bulgarlar müslümanları köy altına, yola, Yanko'nun karşısına çıkarmışlar.
Yanko bunları birtakım tekdir ve tehditlerden sonra köye geri göndermiş. Yalnız Bulgarlara verdiği talimat gereğince yüz iki kişi seçilip samanlığa ve yüz on kişi de cami ve mektebe habs edilmiştir.

Yakılan müslümanlar

Bunlar üç gün mahpus tutulduktan sonra, dördüncü gün samanlığın etrafına çalı çırpı yığılarak gazla ıslatılmış.
Müslümanlar hâli anlayarak derhal samanlık kapısını zorla açıp dışarı fırlamışlarsa da, samanlığın etrafını sarmış olan silâhlı beşyüz Bulgar âsileri bunlara ateş açarak birkaçını öldürmüş ve çoğunu yaralamışlar.

Yaralıları ve dışarı çıkanları tekrar samanî; doldurup her taraftan ateşe vermişler. Bîçâreler feryatlar ederek birbirlerine sarmaşıp helâllaşarak cayır cayır yanmışlar!

Bu sırada Bulgar mel'unları ise gayda çalarak hora oynar ve:

«— Kebap pişiriyoruz!»

Diyerek gülerlermiş.

Bu mazlumlardan altı kişi, duman arasında, arkadan bir delik açıp dışarı atılarak kaçmaya başlamışlar. Bulgarlar arkalarından kurşun yağdırmışlar, ikisi düşüp kafası kesilmiş, dördü yaralı halde kaçabilmişler.

Bu firârî yaralılar dört gün sonra, son can ile Yeni Zağra'ya vardıklarında, içlerinden Ahmed adlı bir delikanlı merhamet ve yardım ümidi ile Yeni Zağra kumandanı Rauf Paşa'ya yaralı ve halsiz olarak çıkmış. Ağlayarak mâcerasını arz edip şikâyette bulunmuş.

Ancak Paşa, mazlûmu suçlu gibi tekdir ederek yarasını bile timar ettirmeden arkadaşlarıyla beraber habs ettirmiştir.

Yârabbi, ne vicdan ve hamiyyet! Evvelce Radine'de Bulgar yaralılarına birer altın ihsan eyler de, böyle dindar mazlumları, haksız yere tekdir ve habs eder!

Beş altı gün sonra Rauf Paşa askerle Eski Zağra üzerine hareket edince, onun arkasından da düşman gelip Yeni Zağrayı istilâ etmiştir. Bu zavallılar, istilâ sırasında kapıyı kırıp bozulan askerle birlikte Edirne Karapınar'a kaçtılar.

Bu vak'ayı bana Ahmed bizzat anlattı ve diğer üç arkadaşı da tasdik ettiler.

Rauf Paşa, düşmanların bu derece vahşi olacaklarını galiba tahmin etmiyormuş!

Cami ve mektebe hapsedilen erkeklerle, kadın ve çocuklardan yüz on kişi de türlü işkencelerle öldürüldü.

Hızır Bey, Külbe, Canbazören, Hriste, Çoranlı köyleri müslüman halkı hep katliam edildiler.

Hızır Bey köyünden hatip Hacı Hâfız adlı bir muhterem zat. muhterem kerimeleri .ve hafîdeleriyle şehit edildi. Ve Hacı Ali'yi kendi çobanları gazla sakalından tutuşturup yaktılar.

Çoranlı köyünde yetmiş iki müslümanı bir harman içinde kolları bağlı olarak, hepsini birden öldürdüler.

İbiş Ağa'nın anlattıkları

Kavak köyünde babası, anası ve yakınları gözü önünde öldürülen, Rüşdiye talebelerinden ibiş adlı bir çocuğu, insaflı bir Bulgar kaçırmış, çocuk büyük güçlüklerle kasabaya gelebilmiştir. Bu katillerden birisi Zağra'nın istirdâdında ele geçirilerek cezasını buldu, ibiş ise hâlen hayattadır!.

(Yazarın, kitabı 1326 da yayınlayan oğlu Râci Bey'in notu.)

«Hâlen Eyüb Sultan'da iskele kıraathanesini işleten ibiş Ağa, vak'ayı şöyle anlatmaktadır:
«Vâlideynim ve akrabâmla beraber köyde bulunuyorduk. Kavaklı ve civarı köylerinden toplanmış altı yüzden fazla Bulgar haydudu köyümüzün etrafını sardılar. Bütün erkekleri ve benim gibileri köyün ortasındaki pınarbaşına topladılar. 0 sırada dokuz yaşında idim Erkeklerin kollarını iplerle bağlamaya başladılar. İnsaflı görünen bir Bulgar:

«— Bu çocukları ne yapacaksınız? Bunları salıverin.»
«Dedi.

«Bunun üzerine beni benim gibi küçük çocukları serbest bıraktılar.
«Oradan kurtulunca çiftliğimize girdim ve bir ağaca çıkarak hâli merak ve endişe ile gözlemeye başladım. Bîçâre babamı, yakınlarımı ve diğer müslümanları kolları bağlı oldukları halde, kurşun, bıçak ve sopa ile işkencelerle öldürdüler. Vak'anın dehşeti hâlâ gözümün önündedir.

«Cesetleri kıptilere taşıttırıp kerpiç kuyusu içine atıldı. Bu facia akşam ezanına yakın vakitlerde icrâ ediliyordu. Vak'anın dehşetinden fena olmuşum ki, ağaçtan inerken düştüm. Geceyi annemin yanında geçirdim.

«Ama ertesi günü eşkıya Bulgarlar tekrar köye gelerek kadın ve çocukları da katliam etmeye başladılar. Bu esnada Dragan adında tanıdığımız bir Bulgarin karısı beni bir fıçının içine gizledi.

«İlâhi! Ne acıklı günler idi!... Fıçı içinde müthiş saatler geçirdikten ve artık feryad ve iniltilerin arkası kesildikten sonra Dragan beni fıçıdan çıkardı ve koruya kaçıp orada gizlenmemi söyledi. Bir miktar ekmekle koruva gittim. Dört gün ve gece orada aç ve bîtap kaldım.

«Sonra Rauf Paşa'nın Çoranlı korusunda harp ettiği sırada işittiğim top seslerine doğru ilerledim. Ama dere içinde Kazakların eline düştüm. Bunlar beni General Gurko'nun yanına çıkardılar.

«Bulgarca bana hitaben:
«— Babanı ananı kesmişler, kimsen kalmamış. Benimle gel, seni evlât edeyim. Şöyle olursun böyle olursun...»
«Dedi.

«Ben de:
«— Eski Zağra'da büyükannem var. Eğer o da sağ değilse gelirim.»
«Diyerek, General Gurko'nun yanıma kattığı iki Tatar askeriyle Eski Zağra'ya getirilip büyükanneme teslim edildim. Hattâ bu Tatarlar:
«— Bu gece de sabrediniz. Yarın Süleyman Paşa geliyor.»
«Diye müjde verip helâllaşarak vedâ edip gittiler.»

Alçaklıklar!

Cilkova köylü Topal Dobra adlı habis dokuz tane mâsum bâkir kızcağızların ırzlarını hetk ile üçünü koru içinde öldürmüş, Hızır Bey köyünde de hayli müslümanı kati etmiştir. Bu kızlardan ikisi Canbazören köyünden Uzun Rüstem'in kızlarıydı.

Naldökenli Mustafa'nın haremi Zehra ile biri iki, diğeri dört yaşlarında iki masum çocuğunu aynı köyden Kolçu namlı şakî öldürmüştür.
Adı geçen bu köylerde müslümanların öldürülüş şekilleri Şarkî Rumeli idaresinin Sancak mahkemesindeki zabıt defterlerinde kayıtlıdır. Çünkü sonradan Bulgarlar bunların mallarına vâris olabilmek için, öldüklerini ve nasıl öldürüldüklerini birer birer ikrar ve isbat etmişledir.

Bu fenalıkları yapanların ekserisi cezalarını görmüşlerdir. Birer kötü hastalığa dûçâr olarak hor ve hakir ölmüşlerdir.

Bu cümleden olarak: Karakaş adlı bir müslüman kasabı üç sene sonra hamamda ayağı kayıp kafası patlayarak fevt oldu. Bir diğeri de habis yaralara uğradı ve virâneliklerde sürüne bağıra mürd oldu. Yukarıda bahsi geçen Cilkovalı Topal Dobra'yı, dokuz sene sonra aynı köyde meyhane önünde, gündüz, bir kurt gelip yere yıkarak yaraladı. Birkaç gün sonra kuduz illetine tutulup fena halde geberdi.

Eski Cami-i şerif minaresini yıkan habis dahi aynı şekilde murdar yaralar çıkarıp, kimse bakmadığından viranelerde şişip hakir olarak öldü. Zîfet oğlu Cami-i şerifi minâresini yıkanlardan Çeşma Pirova nâmındaki alçak, minâre şerefesinde gayda çalarken yere düşüp telef oldu. Pek çoğu da muharebede itlâf olundular. Kalanlar da hep öyle felâketle telef olmaktadır!...

îstilâ sırasında Debbağhâne mahallesinden Gülâp tanoğlunun derisini demirci Bulgarlar, dipdiri yüzmüşlerdir! Biçârenin, başının derisi omuzlarına indiği sırada iki tarafına başını salladığını, bu hâli gören Sağır Emine adındaki hatun nakl ediyor.

Süleyman Paşa kasabaya girmekte iken bozulan Bulgarlar, Tekke ve Debbağhâne mahallelerindeki îslâm evlerine dolarak bulduklarını öldürdüler. Bu sı¬rada kurtulmak için sokağa fırlayan oniki kadını Bulgarlar iki kısma ayırıp, feracelerini çıkarıp götürmeye başlamışlar.

Kadınlar:
«— Geceleri örtünürüz!»
Diye feracelerini koltuklarına almışlar.
Bulgarlar bunları Kızanlık yoluna kadar sürüp götürür ve arkalarına baktırmazlardı. Birisinin kucağında bir süt kuzusu mâsumcuğu bulunup süratle gittiklerinden annesi çaresiz kalarak mâsumu yere bırakmış.

Bulgarlardan birisi acımış mı nedir? Mâsumu alıp bir müddet taşıyarak yine validesine vermiş.
Kemerköprü denen yere vardıklarında Bulgalar can kaygusuna düşerek, kadınlara:

«— Siz şurada dere içinde saklanın, biz gelir sizi alırız!...»
Diyerek, onları bırakıp kendileri firar etmişler.

Zavallılar çalılar arkasında saklanıp durmuşlar. Az sonra İslâm askeri oralara gelince, bunları alıp Süleyman Paşa'ya götürmüşler. O da evlerine göndermiştir. Kadınların öteki kısmı da Beşpınarlar denen mevkide bırakılmış ve aynı şekilde evlerine götürülmüştür.

İşkenceler, katliamlar!

Eski Zağra'nın istirdâdına kadar Kızanlık ve civarındaki öldürme vakaları çok değildi. Fakat Zağra'dan kaçanlar takip edilmediklerinden emin olunca, derhal Zağra'nın intikamını almaya kalkıştılar. Yağmaya koyuldular. her çeşit vahşeti icrâ ettiler.

Evet, Bulgarlar evvelce «Komite Vak'ası»nda gösterdikleri canavarlık ve barbarlıkların birkaç mislini ve şenîini bu kere Kızanlık ve köylerinde icrâ ettiler ki yaptıkları «engizisyon»dan aşağı değildir.

«— Siz cepken giymeyi seversiniz.»
Diye delikanlıların kollarını ve pazularını cepken gibi yüzdüler!

«— Artık yoruldun, bir sigara iç.»
Diyerek, tenâsül âletini kesip ağzına soktular!


İçki meclislerine bir sürü müslümanı kolları bağlı getirip:
«— Hangisi semiz!»

Diye koyun yoklar gibi, hakaret ile her tarafını sıkıp yokladıktan sonra koldan ve buttan külbastılık kestiler1
Diri diri şişlere saplayıp ateşte kebap ettiler! Ateşlere attılar!

«Sütçünün Hâfızı» denmekle mâruf ulemâdan ve müderrislerden bir zâtın göğsünde ateş yakıp öldürdüler.

Ellerine geçen bâkir kızları, muhadderelerden genç kadınları, çıplak ve zelil sokaklarda dolaştırdıktan aşağıladıktan sonra birçok alçak tecâvüz edip ölüm derecesine getirdikleri bîçârelerin tenâsül uzvuna bir de kazık sokup telef ettiler.

Müflis köyü papazı, taassubunun şiddetine bakmalı ki, genç bir kadının memelerini keserek kanıyla ellerini yıkadı. Daha sonra yakalanınca bu yaptığını itiraf etti, cezası verildi.

Bu yazdıklarımın hepsi Bulgarların ikrârı ve görülen cenazelerin halleriyle sâbittir. Müflis ve İsve köylerinde yirmisekiz kadar erkek, kadın ve çocuğun feci şekilde kati olunmuş cesetleri Balkan'da bulundu.

Yukarı İl tâbir olunan köylerden Umurculu, Hasköycük. Bayezidli, Biçâreli, Saltıklar, Şeker illi ve sâireden angarya diye yüz seksen araba Şıpka'ya toplayıp üç gün tevkif ettiler. Evvelâ —müslümanlara kendilerinin mezarı demek olan— bir büyük kuyu kazdırdıktan sonra hepsini öldürüp o kuyuya doldurdular!

Bu kuyu, Şıpka'nın doğu tarafındaki iki öyüğün arasındadır.
Tepede, Şıpka istihkâmlarının civarında orman içinde oniki müslümanı daha ateşe yaktılar.

Birtakım aileleri ise kapılarını çivileyerek, evleriyle birlikte yaktılar.

Yukarı Sarıhanlı köyünden yüz altmış kişiyi:

«— Buraya bir islâm mezarlığı yapacağız!»
Diyerek, hepsini öldürüp oraya gömdüler.


Fakat bu yüz altmış kişiden biri, yarası hafif olduğundan, gece vakti sürünerek civardaki bir İslâm evine sokulup kurtulmuştur.
Aşağı Sarıhanlı'dan da yetmiş kişi kati olundu. Osmanlı askeri Şıpka'da iken ingiltere'nin Edirne konsolosu Mösyö Blont burasını gezip, beraberindeki gazete muhâbirlerine göstermiştir.

Oğlan Hızır adlı köyde bir kuyuda yetmiş beş cenaze bulunup çıkarılmıştır! Diğer birinden de otuz beş cenaze çıkarılarak geri kalan terk edilmiştir.
Mâsumlar annelerine yastık yapılarak beraber kati olundu.

Bunlardan iki çocuğu ile birlikte öldürülen bir kadının altı yaşındaki bir kız çocuğu fırın içine saklanarak kurtulmuş, dört yaşındaki öteki kız çocuğu ise başından yaralı bırakılmıştır. Mâsumcuk aklı başına geldiğinde kalkarak, annesini yaşıyor zannıyla ibrikçiğiyle su götürüp:
«— İç ana!...»
Diye ağzına su akıtmış!

Kızanlık ahalisini kurtarmaya giden askerler o civara geldiğinde, üç gündür yaralı duran ve yarası kurtlanan bu yavrucağı alıp kurtarmışlar. Diğeri ise bir hafta sonra gelen askerler tarafından Hayın köyü ordusuna çıkarılmıştır. Bu ikinci kız hâlen hayatta ve Dersaadet'tedir.

Eflehanlı köyünden yüz kırk müslüman bir göl kenarında bir günde öldürülerek göle atılmışlardır! Osmanlı askeri Hayın köyünde iken bunlar ecnebi ga¬zetecilere gösterilmekle, gazeteler dahi ilân eylemiş idi.

Mürlis köyünde yüzde kırk müslüman ancak kurtulabilmiştir ki, bunlar kasabada bulunanlardır. Yukarıda yazıldığı gibi, bunlardan birçok çocuk ve kadın İsve Balkanı'nda öldürüldüler.

Kozluca, Kışla, Çanakçı köylerinde de pek çok biçâre müslüman öldürüldü.

Bulgarların müslüman vatandaşları hakkında revâ gördükleri mezâlimin burada ancak yüzde onu yazılabilmiştir.
Kırım muharebesinden beri genç Bulgarların zihinlerine yerleştirilen, taassup, düşmanlık ve intikam fikirlerinin neticesi olarak, Rus, Sırp, Ulah askeri her nereye girdiyse oranın Bulgarları kudurmuş yaban ca navarına döndüler.

Papazın vahşeti

Nice senelerdir nân ü nimeti ile beslendikleri efendilerini yaktılar, öldürdüler! Velinimetleri komşularına etmedikleri kalmadı. Zikr edilen Kızanlık ve Zağra faciaları diğerlerine bir nümûne sayılmalıdır.

Hele Karlova'da bir Bulgar papazının âyin yapılan günde, bir demet gül çıkararak, cemaate hitâben:

«— Bu güller müslüman çocuklarının kanlarıyla sulanmış kilise bahçesindeki bir gülün kırmızı çiçeğidir!»

Diye takdise davet etmesi, kıyâmete kadar unutulmaz bir vahşet-i pürmel'anettir.

Süleyman Paşa henüz Balkan'da iken, bu papazın şu mel'aneti haber alınarak Filibe'deki divan-ı harpte sorguya çekilip tahkikat yapılarak cezası verildi.

Avrupa'nın «hayvanları koruma» cemiyetlerine sorarız ki yabani canavarlardan şenî olan Bulgar vahşilerini, hangi nevi yırtıcı hayvan addederek himâyeleri altına alıyorlar!

Rus ve Bulgar vahşeti eseri Here ü
merc oldu sad hezâr islâm Kalmadı Rumeli'de ma'mûre

Lâne-i bûm her bilâd-ı benâm

Ehven-i fi'l-i şerleri işte Katl-i nisvan ü
gûdek-i ııâkâm La'net-i Hak o zâlim akvâma Kahr ola cümle düşmen-i islâm
Ve:
Ey hâmi-i hayvan geçinen kavm-i sitemkâr İnsanları öldürme değil sizce cinâyet Mahmîniz iken cânver-i vahşi-i hunhâr islâm niçin olmada mahrûm-u himâyet...
Göç yolunda
Zağra ahalisi Karapınar'a vardıklarında, birkaç gün o taraflarda dinlenmek niyetinde iken Yeni Zağra'ya giden mühimmat yüklü vagonların düşman korku suyla Kadine'den iki defa geri döndükleri öğrenildi. O taraftan top sesleri dahi işitildiğinden göç arabaları durmayıp Edirne tarafına geçtiler. Bir kısmı da şimendüferle gitti. O gece arkadaşlarla toplanıp meşveret ettik

Biz konuşurken bir zât-ı dilâğâh ( ) tarafından husûsî olarak gönderilmiş yüksek bir zat geldi. Kendisi¬ne tam bir hüsn-ü zan ve ihlâs ile bağlı olduğumuz Nakşibendiyye ricâlinden Ve Hâlidiyye şeyhlerinden o mübarek hazretin selâm ve duaları ile haberini getirdi... Onun emrine uyularak Edirne'ye gidilmeye karar verildi.

Ancak ailemiz efrâdı hasta ve zayıf bulunduğundan yük arabaları kafile ile gönderilip, iyi ve kötü günlerimizin dostu Müftü Hacı Ahmed Hâzım Efendi ve Hacı Eyüb Efendizâde Es'ad Efendi ile ailemiz halkını alarak meccânen şimendüferle Edirne'ye azi met olundu.

Emin Paşa'dan vuku bulan şikâyetlerin çokluğu sebebiyle bu şikâyetlerin sebebi tetkik olunmak üzere kumandan Süleyman Paşa'nın, Karapınar'da mevki kumandanı Kâzım Bey'e verdiği emir ile Emin Paşa'nın burada sorgu altına alındığı haberi geldi. Yine, yukarıda zikri geçen Süleyman Efendi'nin. vâki olan isnat ve iddialarına mebni Edirne'de dahi Hacı Hâşim Bey, Edhem Ağa ve Eyüb Efendi istinîak altına alındılar. Emin Paşa'yı da Edirne'ye getirdiler. Ancak iddia ve şikâyetler sabit olmadığından, Emin Paşa dört ay kadar Edirne'de mevkuf kalmış ise de, diğerleri bir gün sonra serbest bırakıldılar.
Zağra'ya giderken iki defa geri döndükleri söylenen vagonlarda, Abdülhamid tarafından durumu incelemeleri için vazife ile gönderilen İncirli köylü Ferik Hasan Paşa, seryâver Ferik Hacı Mehmed Paşa, yâver Miralay Mısırlı Hüseyin Bey var imiş. Bunlar Yeni Zağra'ya girmekte olan Osmanlı askerini Rus askeri zannederek dehşetlerine mağlûp olup geriye firar eylediklerinden Süleyman Paşa ordusunun hareketini iki gün tehire sebebiyet vermişlerdir.

Edirne'de

Edirne'ye vardığımızda memurlar tarafından bir böcekhâneye yerleştirildik. İki gün sonra Defterdar Medresesine nakl eylendik. Birkaç gün sonra arabalar da geldi, Gazi Mihal köprüsünde karşıladık.

Mal ve eşyasını zarûri olarak Zağra'da konağında bırakmış olan eşraftan bir hanım, bazı yağmacı çingene ve yabancıların arabalarında bir çok eşyasını bulmuş. Keyfiyeti bir arzuhal ile Edirne valisine arz etmiş. Bunun üzerine de gelecek arabaların teftiş ve tahkik edilmeleri emr olunmuş... Bu yüzden zaptiye ler arabalarımızı Sarayiçi'nde dolaştırdılar. Burada bazı arabalarımız alıkonup «fevkalâde» komisyonundan, mal ve eşyanın bizim olduğuna dâir tezkere istediler.

Ateşten çıkan böyle bir kavme revâ görülen bu misilli ezâ ve cefâya sebep olanlara lâ'net okuyarak Paşakapısı na vardım.
Hararetin tesiri, devamlı mihnet ve meşakkat ile saç sakala karışmış, terden tozdan başımızdaki sarık simsiyah el peşkirine, kıyâfetim hırkapûş Hindû gibi bir abdala dönmüş idi!

Arabacılar gibi elimdeki öğrendireyi kapıda koyup içeri girdim.
Arabalarımızın Sarayiçi'nde tevkif olunduğunu ve ruhsat tezkeresi istendiğini arz eyledim.
Komisyon reisi efendi ve heyetten bazıları bu âcizi tanır ve nezaketle, hakkımda teveccüh gösterirler idi. Bununla beraber şu hâlimle beni tanıyamadılar.

Gerçi kendimi aynada görsem ben de kendimi bilemeyip «Ben kimim?» diyeceğim şüphesiz idi. «Memuru orada bulunmadığından dışarda biraz beklememi» işaret etmeleri üzerine müteessir bir halde divanhâneye çıktım.
Galipa beni bana benzetmişler ki, muhterem bir zat (1) derhal dışarıya çıkıp ismimi sual eyledi.
«— Arabacı Râci!»

Dedim.
Gözleri yaşla doldu. Fevkalâde ikram ederek beni tekrar içeri aldı.
O kıyafetimle yüce meclislerinde oturmaya hicab eylediğimi beyan ederek özür diledim.
«— Bu hâle sen kendin girmedin ya, kader yapmış.»

Diye ısrar ederek, lütfen beni yanlarına aldılar. Hikmetli tesellilerle kalbimin heyecanını teskin ettiler. Tezkere gidince arabalar da geldi.
Bu zatların yanında, güzel iltifatları ve yardımlarının tesiri ile bir müddet müsterih ve gönül rahatlığı ile oturdum.

O günlerde Süleyman Paşa ordusuna şimendüferle birçok vagon, sandıklarla gaz geçtiği işitildi. Buna herkes bir mânâ veriyordu. Meğer yanlışlıkla, cephâne yerine gaz sandıkları gönderilmiş imiş! Bunu tahkik eden basiret sahipleri, işin sonundan meyus oldular.

Süleyman Paşa mühimmat ve erzak tevzi merkezi olan Yeni Zağra'yı düşmandan kurtarıp ric'at hattını emniyete alarak Balkan'ın bir yüzünü düşmandan temizledikten sonra ordusunu Hayın köyüne nakl eyledi.

Kızanlık'tan kurtulanlar ve esir düşenler

Kızaniık'tan kurtulmuş olan bir miktar ahali de Edirne'ye geldi. Bunların kurtulmaları şu şekilde olmuş:
Süleyman Paşa, Eski Zağra'dan Yeni Zağra'ya hareket edeceği gece, Kızaniık'tan firar ederek gelmiş olan iki Müflis köylü, ahali adına kendisinden imdat istemişlerdi. Paşa da ertesi Cuma günü üç yüz mevcutlu üç bölük Zeybek süvarisi ile binbaşıları Mustafa Ağa yı Kızanlık'a, ahalinin hicretini kolaylaştırmaya memur ederek göndermişti. Yanlarına da ihtiyaç olursa yardım etmek, fakat Derbend'den aşağı inmemek tenbihi ile bir tabur piyade askeri vermişti.

Askere delâlet ve ahaliye yardım için Kızanlık ahalisinden Postacı Mustafâ Efendi'yi ve Şıpka'daki düşmanın durumunu keşf etme* için Yâver Kolağası Abdülcebbar Efendi'yi vazifelendirmişti.

Bu askerler Temmuzun yirmi ikinci Cuma günü Zağra'dan Kızanlık'a gönderildi. Piyade taburu Hamursuz köyün doğusunda sırt üzerinde kaldı. Süvariler ise Cumartesi sabahı Kızanlık'a vardılar. Postacı, aşağı mahallelerin ahalisine ilân ederek hemen yola çıkardı. Kasabanın yukarı taraf mahalleleri halkını da acele çıkarmaya başladığı sırada, Şıpka tarafından iki yüz kadar Rus süvarisi yetişti. Zeybekler birer el tüfek boşaltarak kararı firâra tebdil ve kendilerini hamiyetsizlikle bednam ve rezîl ettiler.

Evvelce yola çıkanlar Derbend köyüne vararak kurtulmuşlar, fakat bir kısmını Kazaklar takip ettiklerinden. bunlardan birazı telef olmuştu.
Sonradan çıkanlar ise Tunca çayırlığında kalmışlardı. Kazaklar, süvarileri kaçırmışlarsa da Hamursuz sırtında görünen taburdan pek de emin olmadıklarından, o akşam taburun hareketlerini gözetleyerek, çayırlıkta kalanlara sarkıntılık etmemişlerdi. Ahali ise ne ileri harekete ne de geri dönmeye cesaret edebilmiş, orada gecelemişlerdir.

Ancak muâvinelerle muhâcirlerin ve piyâde taburunun Eski Zağra'ya dönmek üzere hareket ettiği anlaşılınca, Kazaklar sabahleyin, o gece sular ve bataklar içinde geceleyen ahaliyi sarmışlar; koyun ve koltuklarında buldukları akça ve bohçaları kapıştıktan sonra, hemen perişan bir halde ve sür'atle Şıpka'ya sürmüşler; hastalık ve ihtiyarlık sebebiyle geri kalanları vurarak öldürmüşlerdir.

Bunlar Şıpka'ya, Kumandan'm ve Bulgar asi reislerinin karşısına vardıklarında:

«— Türk askerini çağırırsınız ve kaçmaya da kalkarsınız ha!... Bak ben sizi nasıl öldüreceğimi»
Diye tehdit edilir.

Göze görünen muteberlerden bazılarını kesmeye yatırırlar, birkaç tanesini de keserler.
Bu âcizler ve kadınlar bir hayli zaman tehdit karşısında ve güneş altında tutulup korkutulur. Sonra şiddetli tenbihler edilerek aynı halde Kızanlık'a geri gönderilirler.

Bunların çayırda kaldıkları gün, Kazarlar tararafından takip olunanlardan bazıları yaralanmış veya öldürülmüş, canlarını halâs edebilenler ise düşe kalka Eski Zağra'ya varmışlardı.
Fakat daha önce çıkan ahaliyi ve askeri bulamadıklarından ve kasaba dahi pek fenâ bir halde olduğundan, Zağra'nın kuzeyinde ve yoldan sapaca bir yerde gecelemişler.

Gece vakti arkalarından keşif için bir takım Rus süvarisi gelip kasabada ahali ve asker kalmadığını görmeleriyle, Çırpan kapısı tarafında bahçede bırakılan birkaç sandık eski baruta ateş vermiş ve durmayıp Kızanlık cihetine avdet eylemişler.

Kızanlık müslümanlarınm bir kısmının Bulgarların zulmüne terk olunduğunu Yeni Zağra'da bulunan Süleyman Paşa, Temmuzun yirmi altıncı Salı günü haber almıştır.

Bunun üzerine derhal bir buçuk bölük Nizâm i ye süvarisi ile bir miktar Çerkeş ve Balıkesir muâvine askerini Kızanlık'a göndermiştir. Abdülcebbar Efendi'yi yâverlikten, Musafa Ağa'yı da binbaşılıktan ihraç ile onları tevbih ve te'dip eylemiş, Postacı İbrahim Efendi ise kabahati ötekilere yükleyerek yakayı kurtarabilmiştir.

Gönderilen süvariler Kızanlık'a varıp, Müftü Efendi ile beraber olarak bir hayli müslümanı kurtarmışlardır. Osmanlı askeri de Hayın köyüne vararak ordu kurmuş idi.

Süleyman Paşa, üçüncü defa olarak Hayın köyünden Yaver Binbaşısı Yusuf Efendi'yi memur ederek ve yanına nizâmiye süvarileri ile Çerkeş muâvine atlılarını vererek Kızanlık'a göndermiştir. Bunlarla Yıldız'a mensup birkaç zat da beraber bulunmuştur. Bu kere de beş bine yakın müslüman nüfus kurtarılmıştı. Sonraları ise Osmanlı askeri Kızanlık önüne vardıklarında şurada burada gizlenmiş elli kadar kadın ve çocuk bulunmuştur.

Kızanlık'a Osmanlı askeri gireceği gün, Bulgarlar tslâm mahallelerine ateş vurarak, dört câmi-i şerif, bir medrese, ikiyüz elli kadar ev yakmışlardır. Bu ateşin söndürülmesi için üç tabur Osmanlı askeri memur kılınmış, geceli gündüzlü uğraşıldığı halde bin zahmetle hele bastırılabilmiştir.

Süleyman Paşa ordusu Şıpka'yı zabt ile yukarıdaki istihkâmlara hücum eylemiş, hattâ Osmanlı askeri îsveti Nıkola adlı tabyaya girmişlerdi. Böyle iken im¬dat gönderilmediği ve yaralanmış bir mülâzımın, neferine «cenazesinin (bırakılmamasını» rica eylemesi üzerine erlerin bu yaralıyı hep beraber ve sör'atle aşağı indirmeleri, diğer askerin bozulmasına debep olmuştur. Gabrova'dan Moskoflara imdat yetişmiş, düşman tabyayı tekrar zabtetmiştir.
Ağustos'un onbeşinci günü Dersaadet'e geldiğimizin gecesi, bu hâdise Edirne'de telgraf havâdisi olarak yayılmıştı.

Edirne'de bulunduğumuz üç hafta zarfında Dersaadet ve Filibe'deki dostlardan ve Komanova müftüsü aziz kardeşim Mustafa Efendi'den telgrafnâmeler ve Filibe eşrâfından Hocazâde Efendilerden ve dostlardan tâziyet ve tesliyetnâmeler aldım, müteselli oldum.
Bilhassa, Devlet-i Aliyye ricâlinin mümtazlarından bir yüce zâtın ailemizle beraber âcizlerini Dersaadet'e, telgrafla daveti, ölmüş gönlümü diriltti. Bunun üzerine Ağustos'un onaltmcı günü şimendüferle Dersaadet'e müteveccihen hareket olundu.

BİTİŞ
NEDEN MAĞLÛP OLDUK?

Kırım muhârebesi ile son harbin muvâzene ve muhakemesine girişmek abes olduğu halde âlemden habersiz olanlar veya hakikati bildikleri halde bir sebep yüzünden bilmez görünenler bunu yapıyorlar.

«— Rusya ile daha önceki muharebede, Devlet-i Aliyye şimdiki kuvvetinin yarısına bile mâlik değildi. Rusya'nın ise Karadeniz ve Tuna nehrinde bir nice gemileri vardı. Kuvveti de şimdikinden aşağı değildi. Böyle olduğu halde Rus askeri güç hal ile Tuna'yı yalnız bir yerden geçebilmiş ve Balkan'ı aşamamıştı... Bu defa kara ve denizde bu kadar kuvvetimiz vardı ve asker yeni silâhlarla mücehhez idi. Düşman, yalnız Tuna'yı geçmek için elli bin askeri gözden çıkarmışken, kâfi derecede mukabele ve müdafaa bile görmeksizin Tuna nehrini iki yerden geçerek mülk, mal ve can bakımından bu kadar fenalığı icrâ eyledi...»

Diyerek itiraz ve şikâyet ediyorlar, hakikati söylemekten kaçınıyorlar.

Bilgi ve basiret sahiplerine malûmdur ki: Ruslar, Kırım muharebesinde, Osmanlı hudutlarına olan yollarının muntazam olmayışından dolayı lüzumlu noktalara vakit ve zamanı ile külliyetli asker dökemediler, istedikleri vakitte asker getirip toplayamadılar. Ama o zamandan sonra Rus, memleketini şimendüfer hatları ile satranç tahtasına döndürdü ve pek çok asker döktü.

Bilhassa Rumeli'ne Eylülün ortalarına doğru büyük miktarda kuvvet yığdı. Tuna'yı geçmek için elli bin asker feda etmesi de askerinin çokluğuna açık bir delildir.

Rusya Devleti bu muharebeye öyle hazırlanmış, öyle ehemmiyet vermiştir ki, katiyen fark edilemeyen birçok vapur, duba, istimbot, sal gibi geçme vasıtalarını ve nakliye âletlerini gizlice Ziştovi karşısına geçirip harp fennine göre elverişli olmayan bu mevkiden gece vakti geçmiş, az vakitte beri tarafa çok kuvvet geçirmiştir.

Harp meydanında bizzat İmparator, hânedânı, grandükler bulunarak emr-i kumandayı müdâhale ve halelden muhafaza etmiştir.
Kırım muharebesinde, Fransa, İngiltere, Sardunya devletleri ve Mısır, Tunus emâretleri yardımcı kuvvetleriyle Devlet-i Osmâniye'ye imdada geldiler. Silistre vak'asından sonra da Avusturya Devleti yüz bin askerle Memleketeyn'i işgal ile Ulah ve Buğdan'ın tarafsızlığını temin etmiş, bu yüzden de Rusya'yı meşgul etmişti.

O tarihte Devlet-i Osmâniye, Sırbistan, Ulah, Buğdan, Karadağ, Bosna ve Hersek isyanlarıyla meşgul olmayıp hattâ Girit'teki Osmanlı askerini bile Tuna boyuna sevk etmişti. Yani dahilî emniyet berkemâl idi.

Bu muhârebede ise iş tamamen aksi oldu. Bunların cümlesine karşı Devlet-i Osmâniye asker bulundurmaya mecbur olduğu gibi, Hicaz, Yemen, Trablusgarptan bir tabur bile kaldırmaya muvaffak olamadı.

Gerçi bu meselede redif i sâlis taburlanyla müstahfaz, mukaddem ve sânî ve sâlis taburları teşkilâtı gibi teşebbüsler, tabur itibariyle Osmanlı ordusunun mevcudunu kabartmış ise de, nizam ve intizamdan habersiz asker adını alan bu kuru kalabalıklardan hiç bir muharebede istifade olunamamıştır. Aksine, bunların pervasızca kaçıp savuşmaları ve intizamsızlıkları diğerlerine sirâyet ederek birtakım elim vakaların zuhuruna sebebiyet vermiştir.

îşte bu lüzumsuz kalabalığı hesaba katmaz, Karadağ, Hersek, Bosna, Sırp ve Bulgaristan mevkilerindeki Osmanlı askerini de çıkarırsak Rusya karşısındaki Osmanlı askerinin, mukaddimede beyan olunduğu üzere Kırım muharebesi zamanında Devlet-i Aliyye'nin kuvvetinden fazla değil, aksine hayli az olduğu meydana çıkar.

Velhâsıl bu muharebede Rusya'dan başka, karşımıza Ulahlar, Sırplar, Karadağlılar, Bosna ve Hersek reâyâsı Bulgarlar, Yunanlılar düşman olarak çıktıkları gibi, Fransız, İngiliz, Sardunya, Avusturya, Mısır; Tunus yardımlarından da mahrum idik. Gerçi Mısır'dan üç tabur asker geldi ise de kendilerinden katiyen istifâde olunamadı.

Devlet-i Aliyye'nin Kırım meselesinde Tuna boyunda bulundurduğu kuvvet şimdikinden pek az olmadığı gibi, Rusya'nın bu defa Tuna cihetine getirdiği askerî kuvvet ve mükemmel mühimmatın mikdarı da geçen sefer getirdiği asker ve mühimmatın iki mislinden pek fazla idi. Bundan başka
Memleketeyn askeri de bu kuvvete katılmış ve yardımcı olmuş idi. Rusya'nın bu defa Rumeli tarafına geçmek için yaptığı hazırlık ve teşebbüslerin ehemmiyet derecesi bizzat imparator ve veliahdinin burada bulunmasıyla da anlaşılıyordu.

Maddî bakımlardan görülen şu farktan başka askerî râbıta ve itaatçe emr-i kumandaca da her iki muharebe arasında büyük fark vardır.
O vakit başkumandan Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa' nın istiklâl ve vazifesine Serasker Rıza Paşa ve diğerleri tarafından müdahale edilmek istenildiği halde, Ömer Paşa, hâkanı mağfûr Abdülmecit Han hazretlerinin itimat ve himâyesine mazhar olmuş ve müdahale teşebbüsleri her taraftan kesilmiş idi.

Yüzbaşı ve mülâzım yanında bir binbaşı şimdiki müşirler kadar nüfuz ve haysiyeti hâiz idi. Askerî itaat, tam istenildiği şekilde mevcut olup, emir ve yasaklara hakkıyla uyulurdu.

Sonraları bu askerî itaat kalkarak, müşirin maiyetindeki zâbitlerden herhangi birisi, istediği gibi Yıldız ile haberleşir, yalan yanlış haberler vermeye kadar çıkışır oldu.

Bir Rus zâbiti efraddan birinin firarını gördüğü zaman, o neferi tabanca ile vurup öldürmeye izinlidir. Bizde ise dâvete icâbet etmeyen veya silâhını alıp kaçan erler bile defalarca mecbûrî askerlik hizmetinden bile affolundu! Askerin en lüzumlu sıfatlarından olan gayret, hamiyet, şecaat unutuldu, garaz, bencillik, gammazlık âdet oldu...

Kırım muharebesinden beri millî ahlâkımız fevkalâde alçaldı, ilhad ve sefahat arttı. Her sınıf ahâli tenperver oldu, nefsânî hazlara ve dünyevî lezzetlere meyi etti, aldandı ve tehlikeye düştü.

Şer-i şerife riâyet âdeta kabahat sayılıyordu. Dinî vazifelerini ifâ edenler, garaz ve ivazsız iş görenler doğru söyleyenler ayıplanıp kötü görülüyordu. Dînî salâbet sahibi vera sâhibi temiz kimseler tekdir olunurdu. Dindarlık ve milliyetin devletin kuvveti, doğruluk ve sadâkatin bereket ve saadet sebebi olduğu unutuldu. Allah korkusunun, hikmetin başı olduğu gönülden silindi. Şer'î cezalar icra olunmayıp herkes kendi keyfine bırakıldı. Fısk u fücur alenî ve mübah gibi işlenir, ar ve nâmus sözü manâsız addolunurdu!

Allah u Teâlâ buyurur ki:
«Bir şehri helâk etmek istediğimiz zaman, ileri gelenlerine emir veririz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.» (îsrâ sûresi, 16. âyet)


Eşrâf ve ileri gelenler beyhûde yere menfaat kavgaları ve münâkaşalarla itibar ve iktidarlarını tükettiler. Halk arasında nüfuz ve haysiyet kalmadı. Şarlatanlar, hak söyleyenlere galebe etti. Halk baştan çıktı. Her sınıfın nizâmı bozuldu. Kanaat azaldı, hırs ve tamah çoğaldı. .

Cenabı Hak buyurur ki:

«Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez.» (Ra'd sûresi, 11. âyet)

Bu sebeplerden nâşi nihâyet, bu büyük felâkete uğranıldı. Memleketimiz de harab ve nice masum ve bigünah zulüm ateşinde kebab oldu.
En garibi şurasıdır ki. Eski Zağra ve Kızanlık ahalisi bu kadar felâket, şiddet, hakaret görmüş ve pek çok acılar tatmış iken, yine ıslâh ve mütenebbih olmadılar.

Bu iki belde istirdad olununca cife ve yok hükmünde bulunan bu iki şehir harabelerine karakuş gibi üştüler. Yerli ve yabancı bir takım yağmacı ha¬ris, komşularının mallarını, ellerine geçirdikleri eşyayı, buldukları hayvanları aldılar!. Hele cimrilik ve kötülükleriyle âleme meşhur olan Kırcaali dağlıları, yanmış mıhları, kuyu ve kıyıda buldukları basit eşyaları hırdavâtı bile yük yük, ganimet malı diye, etraftaki kazalara taşıyıp sattılar.
Yağmayı önlemek ve muhafaza için memur olanlar bile dağlılara, kıptilere rahmet okuttular. Hak ve hukuku unuttular, habaseti yüklendiler;
yağmacılığı âdet edindiler.

Büyükler arasında garaz ve nefsâniyet ise artıyordu. «Kardeşlerin birbirine düşmanlığı, mahvolma alâmetidir» hikmetinin anlaşılamamasına teessüf olunur. Halbuki millî ahlâkı bozulan milletlerin mahv ü inkırazını tarih bize haber veriyor.

Milli ahlâkımızın ıslâhı, istikbâlimizin selâmet ve saadetinin temini, Cenabı Hakk'ın lütfundan niyaz olunur.





L A H İ K A

Mesnevi:
İnsanlar birbirlerinin uzuvlan gibidirler. Onlar tek cevherden yaratılmışlardır.
Hâdisat uzuvlardan birine bir dert getirirse, ötekilerin de karar ve sükûnu kılmaz.

Eğer sen diğerlerinin gamına ortak olmazsan sana insan demek lâyık olmaz!

İşbu tarihçenin kaleme alındığı sırada Şıpka Balkanı'nda, Rus ile muharebe devam etmekte idi. O günlerde Zağra ve Kızanlık ahalisinden Dersaadet'e hicret edenlerin vatanlarına avdet edememeleri hu susunun bazıları tarafından ayıplanıp kötü görüldüğü işitildi. Hattâ o zaman bu mesele hakkında kumandanlardan Macar Mehmed Ali Paşa (*) ile aramızda bir (") Kendisine tarihçenin metnine dere eylediğim mazeretleri söylediğimde:

«— Karapınar'a gidin, meşelikte kulübe kurup oturunuz. Burada açlıktan, soğuktan ölürsünüz.»
Demişti.

Daha sonra ikinci hâdisede, muhacirlerin dehşetli surette Dersaadet'e döküldükleri sırada Babıâli caddesinde paytonla geçerken beni gördü ve başını dışarı çıkarıp baktı. Beni tanımak istediğini ve belki özür beyan eyleyeceğini anladım. Lâkin müşirlik sıfatı mâni oldu! Biraz sonra da Arnavutluk'la telef edildi!

(Muharririn notu)

konuşma da cereyan etti. Burada, bu meseleye dair de bir kaç söz beyan ederek hatm-i kelâm eylemeyi münâsip gördüm.
Şöyle ki:

Yukarıda anlatılan vak'alar gözönüne alınırsa, öyle dehşet içinden çıkan ve cellât önünden kaçan insan, kulağı dibinde mütemâdiyen top patlarken o evlerde o köylerde nasıl durabilirdi? Hâlâ o müthiş hâdiseler her gece rüyalarına girip rahat uyuyamıyorlar.

Birçok kimseler teminata aldanarak vatanlarına dönünce ikinci bir felâkete uğradılar. Evvelki tehlikeden yakasını kurtaranlar, bu ikinci müthiş vak'ada ezilip gitti... Evet vatanın o siyah taşlarını gurbetin parlak elmas ve pırlantalarına değişmeyiz. Ama emniyet bekleriz, huzur ve âsâyiş bekleriz.

Eller eline bakmaktan ar ederiz. Ama ne çâre ki, kör olasılar bizi ve vatanı bu hâle koydular. Yâhu, vatan tehlikededir. Bu vaziyette yerlerimize dönmek, göz göre kendimizi tehlikeye atmaktır.

Burada kazanç ve ticarete elimiz bağlı, ölmeyecek kadar ekmek ve tuz tedârikinde aczimiz besbellidir. Ama emniyet olunca âgûş-u vatana can atarız. Gerçi evlerimiz yandı, mülkümüz, memleketimiz mahv ü harap olduysa da yerlerimize kulübe kurup oturmaktan ve her suretle geçinmekten çekinmeyiz. Ancak hangi cesaret, hangi yürekle o tehlikenin içinde oturulur?

Bu incelikler dolayısıyla insaflıca düşünen iktidar sâhipleri, zillet ve hakaret toprağı üzerinde çırıl çıplak yatan ve açtıktan kan yutan zavallı muhâcirlerin sırçadan nâzik olan kırık kalplerini melânet taşıyla kırmaz ve haklarında öyle ta'n ü teşnî'i revâ göremez!

Ama çeşit çeşit sefâhata dalmış olan, nefsânî hazlarını bir dakika feda edemeyen, ikbâlini halkın idbârında arayan hamiyetsizler, utanmadan ve Hakk'tan korkmadan her şeyi söyleyebilirler,
«Hayırlı ol, hayırsız ol, insafı elden bırakma» meseli, unutulmamalı, hiç olmazsa gönül yıkılmamalıdır.
Şurası da hatırdan uzak tutulmamalıdır ki, insanlar ahlâk ve terbiyede bir değildir. Beş parmak bir midir?
 Kalbi temizleyerek nefsânî garazlardan uzak olmak mümkün ise de, «İnsan hatâ ve nisyândan meydana gelmiştir» hikmetince_ âdemoğlu için hatâdan kurtulmak kabil değildir.

Buna binaen, bu abd-i âciz ü nâcî, yani Hüseyin Râci —Allah ona lûtfuyla davransın— düşman istilâsı ve sayısız musibetler arasında pek çok tehlikeler geçirip canımızı halâs edebilmiş ve nihayet elde sıfır ile vatandan uzak ve hicret yorgunluğu ile zihni dağılmış olarak bulunduğum bir sırada tarihçem tahrir ve imlâ kılınmıştır.

Zaten mevcut olan aczimiz de buna eklenince vukuâtın tertip ve tahririnde zuhuru tabiî tutukluk ve hatâların, gerçi daha sonra haylisi tashih ve ıslâh olunmuşsa da, kalem ve ilim erbâbından affını rica ederim.

Ey halleri ve hareketleri değiştiren Rabbimiz! Hâlimizi en güzel hâle çevir... Ey fazlü ihsan sâhibi! Son nefesizi en güzel söz ile bitirmeyi bizlere nasip kil...

Bu eserin yazılması, işbu fakir ve noksanlarım mu'terif, Eski Zağra şehrinde Müftü ve Rüşdiye mektebi muallimi Esseyid Hacı Hasan oğlu Hüseyin Râci tarafından, bin üçyüz ondört yılı Receb ayında tamamlandı.

Eserimi, aziz ve kıymetli ve gözümün nûru ve kalbimin semeresi oğlum Necmeddin Ahmed'e hediye ettim. Allah onu dünya ve âhirette övülmüş kılsın ve fazl ü yakın derecesi ile rızıklandırsın; âmin, yâ Mu'in.
Report Spam   Logged
teo
Jr. Member
**

Karma: +2/-0
Posts: 56


Turkum ve gururduyuyorum!


« Reply #9 on: June 19, 2010, 09:32:39 am »

Ellerine saglik OTOMan Kardesim,
cok onemli bir belge vermissiniz!!Yeniden tekrarlamak istiyorum cok onemli!!!!!!Cunku Biz bulgaristan Turku olarak bu tip belgeleri bilmiyoruz ve Bulgarlarin yalan duzen etiggi hakikat meselelerin karsisinda suskun kaliyorduk.Insallah,umarim Batak meselesini cozdugumuz gibi hep beraber defalarca forumlarda anlatarak....bulgarlara Eski Zarada ne olmus ve bitmis olan adiselerin hakikat olanini anlatacagiz.Bulgarlar: bizi kestiler binlerce insanimiz oldurduler diye  dunyanin gozunu boyamakta.....Malesev bu konularda yetersiz oldugumuz icin  biz bulgaristan turkleri sessiz kalmaktayiz.Sizin verdiginiz belge, cok onemlidir ve kendisini Turk hisseden ve forumlarda Turkluk adina savasan arkadaslarima  bu belgenin okumasini tavsiye ediyorum.Temel tas ,desem daha dogru olur diyorum!
Arkadaslar korkmayin ve yazin!!!
Her bir yerden Turklugumuzue savas acilmistir ....ve Bulgaristanin Avrupa birliginde olmasi bizi sakinlestirmesin....cunku canavarcasina Turklugumuze kirli el atmaktadirlar!!!

Sayin OTOMAN kardesim ,
eger sadece Eski Zara kismi bulgarcaya tercume edilebilse...bulgarlara ,Zara bolgesinde hakiki durumun anlatmis olacagiz.Cok meskul olmama ragmen(sadece hafta sonu yazabiliyorum) ...tercume etmesine ugrasacagim.Eger sizin vaktiniz varsa ....tercume ederek bulgarlarin agizini susturacagiz!

Saygilarimla
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #10 on: June 20, 2010, 04:49:16 am »

İ
KİNCİ KİTAP
HERCÜMERC-t KIT'A-I RUMELİ

Beyâna hacet olmadığı üzere, mâmur Rumeli kıtası Devlet-i Seniyye-ı Osmâniye'nin can damarı, saadet kaynağı ve âdeta büyüklüğünün kileridir. O sebeple, bu nâdir rastlanan güzellikteki memleketin değeri, feth olunduğu zamandan beri Saltanat-ı Seniyye'- ce takdir edilerek, düşman tasallutundan ve harp ateşinden uzak tutulmaya aşırı dikkat ve itinâ oluna gel-miştir. Bu kere dahi aynı hususa ehemmiyet verilmişse de siyâsette vuku bulan inkılâplar bu âna dek emsali görülmedik feci vakaların meydana gelmesine sebep olmuştur.
Kırım muharebesinde Osmanlı askerinin Tuna boyunca, Közova'da ve bilhassa Silistre'de kazandığı şöhret ve şan bütün âlemin dillerinde destan idi. Ne yazık ki ordumuzun o şan ve satveti bu muharebede zâyi ve lekedâr oldu.
Rusya'nın bu defa beklenenin fevkinde olan hazırlığına karşılık tedbirsiz harekâtımızla ve emr-i kumandaya her bilir bilmezin, bilhassa Yıldız'ın müdahalesiyle, taarruz eden kuvvetli düşmana, birlikte ve ciddî bir müdafaada bulunamadık Bu yüzden Tuna'dan istanbul kapısına kadar olan mâmur beldelerimiz alt üst oldu, tahrip edildi. Bir milyondan fazla müslüman ahali katil veya esir edildi, üryan ve giryan hicret felâ ketine uğradı. Bu hal bütün İslâm âlemini sarsıntıya uğrattı.

Rusya'nın Ziştovi'den tecâvüzünden sonra tutulan plân gereğince Osman Paşa Plevne'ye celp olunmuş, Osmanpazarı'nda dahi kâfi bir kuvvet yığılarak, Rus larm Balkanlar'a sokulmaması için soldan ve sağdan çevirme manevrasına teşebbüs olunmuş iken Dersaadet bu manevrayı icra ettirmedi. Başkumandanlık kalkmasıyla beraber, Seraskerlik gibi mühim bir makam da kaymakamlıkla idare olundu (1)

Zağra'nın istirdadından ve Plevne muzafferiyetinden sonra askeri harekâtta görülen yavaşlık ve isteksizlik ve Şıpka'da Süleyman Paşa düşmanla geceli gündüzlü dövüştüğü bir zamanda Tuna ve Plevne fırkalarındaki hareketsizlik sebebiyle düşman vakit kazandı ve kuvvet alarak, ayrı ayrı hareket eden birliklerimizi birer birer mahv eyledi

Ne Şıpka'da bir iş görüldü ne Plevne zaferlerinden bir semere hâsıl oldu. Eğer o sırada Osman Paşa Servi'ye, Mehmed Ali Paşa Tırnova'ya doğru ilerleselerdi, şu kumanda birliği ile bir iş görülebilecekti. Süleyman Paşa'nın bu husustaki fervâdnâme telgrafları hiçbir taraftan dinlenmedi.
(1) Giriş bölümünde de arz olunduğu üzere, eserin yazarı Hüseyin Rûci Efendi merhumun Abdülkerim Nâdir ve Süleyman Paşalara fazlaca muhabbeti vardır. Bu paşaların müdafaası uğrunda, vak'aların tarafgirce ve yanlış tefsir edildiği olmaktadır. Okuyucularımıza kitabın bir hatıra olduğunu, askeri hareketler ve tarihi vak'alar için me'haz olamayacağını tekrar hatırlatmak isterim.

Plevne gibi Balkan hattından yirmi saat uzak olan açık bir mevkide en seçkin askerlerimizin mahpus kalması, harp fenni kaidelerine katiyen uygun değildi. Fakat elde edilen birkaç muzafferiydin neşesi, bu lüzumsuzluğu nazar-ı dikkatten uzak tutulmuş ve nihâyet kırk binden fazla mühim bir fırkanın, harp kuvvetinden ayrılarak esârete düşmesine sebep olmuş tur.

Çünkü diplomasi desiseleriyle, Dersaadet'te iki fikir hâsıl olmuş idi. Biri, Plevne'nin teslimi ile harbe son vermek; diğeri, Plevne'nin müdafaası ve Balkan hattının muhafazasıyla düşmanı o kış Bulgaristan'da oyalamak tasavvurları idi. Mevhum mukaddimelerden mürettep olan şu iki kıyas-ı fâsid devlet ve millete pek acı semere ve neticeler verdi.

Rusya, Eylül ortalarına doğru bir o kadar daha kuvvet getirip yığdı. İmparator bizzat Plevne'ye gelerek Osman Paşa ve maiyetini esir almaya uğraşıyor, Şıpka'da ve Hezargrad taraflarında sahte hücumlarla oradaki askerlerimizi meşgul ediyordu. Bu kötü zamanımızda, saltanat merkezinde neşr olunan gazeteler ise, her gün boş yere ilâveler çıkarmakta, sokaklarda ve mahalle aralarında müvezzilerin velvele ve yaygaraları ile dünyadan habersiz nice gâfil ve âtılları aldatmakta idiler. Bu hâlimiz yâra üzüntü veriyor, ağyârı istihzâ ile tebessüm ettiriyordu.

Hâlin gidişinden akıbetin dehşeti hissedilince Balkan'ın güneyindeki yerli ve kuzeyden gelen muhâcir ahâli hicrete kalkıştılar. Bütün yaz ecel teri dökerek elde ettikleri zahirelerinin orduların idaresinden fazlasını satmak ve hiç olmazsa İstanbul'a nakl etmek için teşebbüse giriştiler. Fakat kendileri hicretten ve mevcut zahireleri alım satımdan men olundu, dışarı zahire ihraç etmek de şiddetle yasak edildi.

Ahalinin şikâyet ve feryadları fayda vermedi ve bunca zahire, daha sonra düşmanın eline geçti. Ahali de beş parasız hicrete mecbur oldu:
Plevne muhasarası uzayıp düşmanın hücumları şiddetlenince Hey'et-i Devlet'i hayret ve şaşkınlık kapladı. Dublin'de Ahmed Hıfzı Paşa, Tiliş'te Hakkı Paşa müfrezeleri esir düşmüş, Radomirce'de Şevket Paşa bozulmuş ve yirmi iki Teşrinievvel 1293 de Plevne tamamen muhasara altına girmişti.
Bunun üzerine, Osman Paşa'nın dayanması taraftarı olanlar gaflet uykusundan uyanarak Paşa'nın, Orhaniye'ye çekilmesine ve ric'at hattının Şevket Paşa tarafından korunmasına karar verdiler. Bu husus Dersaadet'çe karar altına alınarak keyfiyetin Osman Paşa'ya tebliğ edilmesi vazifesi de Şevket Paşa'ya telg rafla emr olundu.

Çünkü Şevket Paşa, Radomirce hezimetini, Orhaniye'ye dönüşünde, tam bir zafer kazanmış gibi Dersaadet'e arzederek, Dersaadet'i ve Başkumandan Süleyman Paşa'yı aldatmak istemişti. Fakat gördüğü hezimetin tesirine mağlûp olarak kendisini yılgınlık kaplamıştı. Bu yüzden, emri bildiren telgraf kendisine geldiğinde, Teşrinievvellin yirmi üçüncü günü:

«Osman Paşa'nın Plevne'den çekilmesi, hal ve mevkie nazaran pek güç ve müşkil olacaktır. Bu sırada Balkan ordusu Toryan geçitinden Lofça'ya doğru sahte bir tehdit manevrası icrâ eder ve Tuna Şark ordusu tarafından şiddetli taarruz ve hücum olunursa bu müşkilât hafifler...»
Diye Serasker Kaymakamı Mustafa Paşa'ya bir taraftan telgraf çekerken ayrı bir telgrafnâme ile de keyifsizliğinden bahisle, Dersaadet'e dönmek için izin isteniş, tehlikeli gördüğü bu işte bulunmamak için temârüz eylemiştir.

Osman Paşa'ya varması gereken ric'at emri için, o sırada Orhaniye'de bulunan Yeni Zağra Kaymakamı Mehmed Efendi yirmi Teşrinievvel'de yola çıkarıldığı gibi yerli Pomaklardan ve Çerkeslerden birkaç kişi dahi gönderilmişlerse de hiç ilerleyemeyerek çaresiz ve ümitsiz hepsi dönmüşlerdir...
İstanbul erkânı ise emrin Osman Paşa'ya varacağı ihtimaline pek kuvvetle kapıldıklarından, Paşa'nın ric'at hareketini kolaylaştırmak için Orhaniye'den ilerleyecek olan askere yardım olunmasını istediler. Bunun için de Plevne ve Lofça Pomaklarından bir fedâkâr fırkası kurulup sevk olunmasını, Cevdet Paşa'nın fikrine kapılarak tasvip ettiler. Edirne vilâyetine hicret etmiş ne kadar Pomak varsa toplanarak Plevneye sevA olunması için Teşrinievvelin yirmi beşinde Edirne Valisi Ahmed Vefik Paşa'ya telgrafnâme-i sâmî yazıldı. Vali Paşa da mutasarrıflara ilân ederek emri tenfîze çalışmıştır.
Heyhat! Dersaadet'te de, Bâb-ı Seraskerî'de", üyeleri Rumeli muhacir ileri gelenlerinden olmak üzere Cevdet Paşa'nın riyâseti altında bir komisyon kuruldu, fedâî yazılmasına başlandı!...

İlâhi! Ne musibet, ne şaşkınlık. Liyakatsiz câhil doktorlar, kötü tedavi ile hastayı ölüm döşeğine düşürdükten sonra kocakarı ilâçlarıyla ölüyü kaldırmaya çalışıyorlar... Bu hekimler ahaliyi kandırarak, ölüme sevk etmeye çalışıyorlar! Gözü yılmış halk ise hakikati söylemeyip halleri ile: Ben işimle gücümle meşgulüm, cevabını veriyorlar.

O aralık:
«— Düşman Balkanlar üzerine yürüyecek ve filân filân geçitlerden geçecek!»

Diye Avrupa'dan aks eden çeşitli haberlerin sarsıntısının verdiği telâş üzerine Edirne vilâyeti ahalisinin dahi silâhını kapıp Balkanlar'a koşması için bir takım ilânlar dağıtıldı. Halbuki üç kişinin bir yere toplanmasına muvaffak olunamadı. Bir hafta devam ettikten sonra Cevdet Paşa komisyonu meyûs olarak dağıldı.
işin gittikçe sarpa sardığı ve yedi sekiz gün uğraşıldığı halde Plevne'ye haber bile göndermeye iktidar bulunamadığı anlaşılınca ve Rusların Balkanlar'ı geçmeye hazırlandığına dair gelen müthiş haberler birbirini takip edince, istikbâlde vukûu muhakkak olan felâketlerin mesuliyetini yüklemek ve şimdiye kadar tutulan çıkmaz yolun kötü neticelerini halk nazarında başka bir kalıba sokarak şahıslarını kurtarmak istediler.
Teşrinievvel'in yirmi dokuzunda Umum Kumandan Süleyman Paşa'ya:

«Plevne ordusunun düşman muhasarasından kurtarılmasına tesirli bir yardımda bulunmak ve düşmanı Balkan'dan geçirmemek ve geçmesi hâlinde ilerlet memek hususlarına dair olan askerî tedbir ve harekâtı, zamanıyla tatbik etmek ve kumandaca birlik hâsıl olmak için askerî harekât ve tertibat hakkında bundan böyle İstanbul'a müracaat eylememelerinin' Osman ve Rauf Paşalara tebliğine ve bir de askerî tertibat olarak taarruz veya müdafaa hareketinde sizin her bakımdan muhtar ve me'zun bulunduğunuzun ve Plevne ve Balkan ordularının hâlen ve istikbâlen hareketlerini tayin ve tâdilin münhasıran sizin mes'uliyet-i umûmiyeniz altında cereyan edeceğinin dahi size tebliğine, Meclis-i Askerî kararıyla irâde-i seniyye şeref-müteallik buyurulmuştur. Ve Osman ve Rauf Paşalara da keyfiyet tebliğ kılınmıştır. Artık iktiza eden faydalı askerî tertibât ve harekâtın ifâsına müsâraat ediniz...»

Diye Seraserlik makamından bir telgrafnâme gelmiştir!
Bu kararı ve istiklâli verenler artık müdâhale edilecek vakit kalmadığını hissetmişlerdi. Hakikaten iş işten geçmiş, Rus istim doldurmuş, lengerini almış düdü ğünü de çalmış, tecâvüzî harekete başlamış idi!..

Yıldız, bu isabetli kararı harbin ilânı sırasında vererek sebat etmeli ve Serdar-ı Ekrem'in kumandasına, lütfen ve devlet ü millete merhameten, tâbi olmalı idi.

Eskiden Devlet i Aliyye-i Osmâniye, böyle tehlike ve muhâtara zamanlarında askerin şevk ve gayretini arttırmak ve takviye için Sancak-ı Şerif çıkarır, bizzat padişahlar orduda bulunur, kumanda birliğine son derece itina olunur idi.

Başkumandanın icrââtına müdâhale ve teşebbüsle rini etrafa duyurmak kadar zararlı bir şey tasavvur olunamaz. Grandük'ün Ayastafanos'da, yüksek kumandanlarımızdan bir zâta:

«— Devlet-i Aliyye vekilleri, muzafferiyetimize bizimkilerden ziyade yardım ettiler...»
Dediği doğru ise, pek mânidardır.

Süleyman Paşa, Eylül yirmi birden itibaren gerçi Umum Başkumandan ilân olunmuş ve Öyle tanınmakta bulunmuş ise de, Plevne'ye, Orhaniye'ye, Balkan'a doğrudan doğruya Dersaadet emir veriyor ve ekserisinden Başkumandan haber bile alamıyordu. Aradan kırk gün geçtikten sonra bu hatalarını tashihe kalkıştıklarını, yukarıdaki telgraf anlatıyorsa da, ne yazık ki henüz mürekkebi kurumaksızın nâdim olarak, şu verdikleri hükümsüz istiklâli dahi iki gün sonra aldılar!
Süleyman Paşa'dan nakl olunur ki:
«— Bu emirnâmeyi aldığım gün, kat'i olarak istifa edip işin içinden çekilmeyi kurdum. Ancak Plevne'nin kurtarılması için hatırıma gelen fedâkârca bir tedbir bana ümit verdiğinden, hamiyetime mağlûp olarak bu kararımdan döndüm. Cevaben yazdığım telgrafnâmede:

«Ahval karışık ve zaman dar olduğundan, tahmil ettiğiniz bu mesuliyeti yüklenmeye kudretim kifâyetsizdir.»

«Diyerek, mesuliyet kısmını red ile, elden geldiği kadar çalışacağımı arz ettim.»

O sırada Ruslar Berkofça'ya gelmiş bulunduklarından, «Düşman Sofya ovasına iniyor!» diye istanbul'un göstediği telâş üzerine Paşa, Mirliva Yahya Paşa'yı beş taburla Şehir köyünden kaldırarak Berkofça'nın kurtarılmasına sevk etmişti.

Örhaniye, Sofya ve mülhakatı mevkilerinde ne miktar asker olduğunu, nerelerin elde bulunduğunu ise üç gün geceli gündüzlü uğraştığı halde, telgraf yollarının ve muhâbere memurlarının münâsebetsizliği yüzünden haber alamayıp, istanbul'a şikâyete mecbur olmuştur.

Evvelce temârüz edip izin talep eden Şevket Paşa, Teşrinievvel'in otuz birinci gecesi aldığı müsâde üzerine Edirne'ye müteveccihen hareket etmiş. Yerine Şıpka'dan Ferik Şâhin Paşa tayin edilmiştir. Orhâniye kumandanlığına ve Plevne'nin kurtarılması vazifesine de daha önce Yenipazar cihetine gönderdikleri Mehmed Ali Paşa nasb olunmuş imiş!?

Bu icraat ve tayinlerden habersiz olan ve Plevne'nin kurtarılmasını deruhte eden Süleyman Paşa ise kendi seçtiği kumandan ve zâbitlerden ve taburlardan olmak üzere, Tuna Şark ordusundan onbeş, Balkan ordusundan onbeş ve Orhaniye'den on tabur alarak, hepsi seçme kırk taburla, bizzat Orhaniye'den ileri giderek Osman Paşa'nın kurtuluş yolunu açmayı üzerine almıştı. Onyedi taburla Yenipazar'dan gelmekte olan Mehmed Ali Paşa'nın da Berkofça'da toplanıp aynı zamanda îvrace'ye doğru hareket ederek düşmanı meşgul etmesini uygun görerek yazmıştı. Ayrıca Tuna'dan gidecek onbeş taburun ise Varna'dan vapurlar ve istanbul'dan şimendüferle dört beş güne kadar Tatarpazarcığı'na ve oradan da dört beş gün zarfında Orhaniye'ye varacağını; Şıpka'dan ayrılacak onbeş taburun da yine o müddet içinde Orhaniyeye yetişeceğini arz etmiş idi.
Fakat Süleyman Paşa'nın bu fedâkârca tedbirleri lüzumu kadar tahmin ve takdir olunamayıp, Plevne'nin kurtarılması gibi mühim işe Mehmed Ali Paşa memur edildi. Süleyman Paşa da Elena'ya taarruza tayin kılındı...

Bunun üzerine Süleyman Paşa:

«Plevne'yi kurtarmaya memur edilecek askerin gâvet seçkin ve fedâkâr olması lüzumunu ve Orhaniye'de toplanan ve toplanacak olan müstahfazlarla bu işin becerilemeyeceğini ve hele Orhaniye'den hareket edilerek İbrace tarafından bir tehdit gösterilmezse yardım imkânı hasıl olamayacağını...»

Beyan ederek,

«Sizin manevranızla imdat olunamaz ise, bu reye katılmadığımdan, neticesinden de mes'ul bulunamayacağımı şimdiden arz ederim.»
Cevabını yazmış, fakat buna da kulak asan olmamıştır.

Süleyman Paşa'nın bu cevabı üzerine «Umum Kumandansınız her nereye lüzum görünürse gidiniz» denilmiş iken, derhal Tuna Şark ordusundan ayrılmaması ve Orhaniye'ye gitmemesi hakkında Yıldız'dan bir emir verilmiştir! Fesübhânallah!..

Teşrinisâni'nin on ikisinde Lofça'ya doğru ilerleyerek Osman Paşa'nın selâmet yolunu açmaya memur olan Mehmed Ali Paşa, Orhaniye ilerisini terk ile boğaza çekildi. Fakat gelmelerini beklediği Bosna ve Balkan taburları geldiğinde yine ileriye hareket eyleyemeyeceğini, maiyetindeki müstahfaz taburlarıyla iş görülemeyeceğini beyan eyledi. Ama o gün Etropol'ü düşman istilâ eylemiş idi!

Mehmed Ali Paşa'nın Orhaniye içerisine çekilmesi ve Etrapol'ün istilâsı üzerine, tehlikenin yaklaştığını anlayan Rauf Paşa, Yıldız'daki dostlarına müracaat ederek Balkan kumandanlığından yakayı sıyırmaya kalkışmıştı. Süleyman Paşa ise, Orhaniye'deki müstahfaz taburlarının hâlini ve Mehmed Ali Paşa'nın bir iş göremeyeceğini iyi bildiğinden Teşrinisâni'nin on dördüncü günü, istikbâlde vukûu muhtemel tehlikeleri bertaraf etmek ve Balkan ve Orhaniye kolordularına yardımcı kuvvet olarak bulunmak üzere, toplanmakta bulunan yeni kur'a Anadolu ve Arabistan efrâdından. Edirne'de kırk taburluk bir ihtiyat ordusu teşkil olunmasını teklif etmişti.

Galiba Süleyman Paşa'nın bu mâruzâtı uygun görülmüş olmalı! Bu, ismi var cismi yok orduya, derhal Rauf Paşa tayin olunarak Şıpka'dan âzâd kılınmış, yerine de Ahmed Eyüb Paşa gönderilmiştir. Halbuki bu ordu Edirne'nin istilâsına kadar teşekkül edemedi!
Teşrinisâni'nin on yedisinde Sadâret makamından Süleyman Paşa'ya, Plevne'ye acele yardım edilmesine dair bir telgraf gelmiş Seraskerlik makamından dahi aynı mealde bir telgraf alınmıştır.

Paşa ise cevâbında:

«Onbeş gün önce ben her türlü fedâkârlığı deruhte ederek bu yardıma gidiyor idim. Irâde-i Seniyye ile reddettiniz! Tuna Şark ordusunca Rusçuk önünden hareket ve Elena'ya taarruz gibi hisseme bırakılan dolayıdan yardımları yapıyorum. Mehmed Ali Paşa'ya —Hareket et!— emirlerini üst üste veriyorum.»
Demiş.

Halbuki Mehmed Ali Paşa, o gün Orhaniye boğazını da erzak ve mühimmatı ile harpsiz terk edip Kumarlı'ya çekildi.
Süleyman Paşa bundan iki gün önce Ferik Âsaf Paşayı Kadıköyü'nden ve Kayserili Ahmed Paşa'yı Rusçuk'tan, düşmanın Meçka istihkâmları üzerine sevk ederek muharebe ile düşmanın nazar-ı dikkatini celp eylemişti. Sonra da Elena taarruzunda hazır bulunmak üzere Osmanpazarı'na hareket ederek oraya vardı.
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #11 on: June 20, 2010, 04:50:30 am »

On dokuz Teşrinisânî'de yine Süleyman Paşa'ya sadâret makamından:

«Düşmanın Balkanlar'ı geçerek Edirne'yi tehdit edememesi, şimdi devletçe en mühim bir meseledir. Hiç olmazsa iki ve nihayet birbuçuk ay olsun Balkan hattının muhafazası gâyet mühim ve gereklidir. Elinizdeki kuvvetinizle bu maksadımızı temin edeceğiniz ise şüphesizdir. Lâkin bunun devletçe bilinmesinin politikaca ehemmiyeti vardır. Bu hususta vereceğiniz malûmâtı pek mahrem tutacağız. Mütâlâanız ne ise çabuk ve gizli olarak bildiriniz.»
Diye telgrafnâme-i sâmî vürûd etmiştir.

Bu sualin sorulması ise:

«— Eğer iki ay kadar Balkan hattını tutarsanız devletimiz size yardım eder.»
Diye İngiltere Sefiri'nin aldatıcı vaadlerinden ileri gelmiş imiş!

Süleyman Paşa cevâben:

«Eğer bu hafta içinde, Kumarlı'ya çekilen Mehmed Ali Paşa ilerlemez yahut Kumarlı'mn muhafazasinda da rehavet gösterirse, düşman Balkan'ı geçmiş biliniz. Eğer ben Kumarlı'da bulunsa idim, bunu bana yazmanız münâsebet alır idi. Mehmed Ali Paşa ileri hareket edeceği yerde geriye gidiyor. Ben Orhaniye'ye gidecek oldum, müsâde etmediniz. Mehmed Ali Paşa sebatsızlık ederse Balkan hattının iki haftadan fazla elde tutulması mümkün değildir. Ben şimdi Tuna Şark ordusundan aldığım bir fırka ile Elena'ya yürüyorum. Bu emri Mehmed Ali Paşa ve Ahmed Eyüb Paşalara veriniz. Bir adam hem umumi hem hususi ku¬mandan olamaz. Şimdi ben hususi kumandanlık ile meşgulüm...»

Demiş ve Teşrinisâni'nin yirmi ikisinde Maryan ve Elena muzafferiyetlerini kazanmıştır.

Bu zaferler üzerine Ruslar Balkan cihetine kuvvet yığdıklarından, Süleyman Paşa, Tırnova üzerine yapılacak taarruzu kolaylaştırmak için düşmanın Meçka, Tersnik, Bele istihkâmları üzerine bir tehdit hareketi icra etmek istedi. Bunun için Teşrinisâni'nin yirmi beşinci günü Cuma'ya ve ertesi günü Ruscuk'a gelerek; Rusçuk, Kadıköyü ve Solanik fırkalarından meydana gelecek bir taarruz kuvvetinin tertibine başladı.

Bu taraftan dolayısı ile yardıma çalışıldığı halde, doğrudan Plevne'nin kurtarılmasına memur edilmiş olan Mehmed Ali Paşa ise bilâ-harp ric'at etmekten başka bir iş görmüyordu. Plevne'den ise hiç haber alınamıyor, akşama sabaha teslim-i silâha mecbur olacağı hissolunuyor idi.

İşte bu ızdırabın şevki ile Süleyman Paşa, ayın yirmi beşinci günü yolda, Serasker Kaymakamı Mustafa Paşa'ya:

«Mehmed A!i Paşa ordusu hâlâ hareket etmedi, ve etmek azminde dahi değildir. Orhaniye ve Plevne imdâdına seçkin kumandan ve zâbitlerle bizzat gitmeme itiraz buyurarak, reddettiniz. îşte Plevne çâresiz kaldı. Eğer Osman Paşa muhasara hattını yarmak fedâkârlığındı göze alamazsa teslime mecbur olacaktır.

«O zaman ise, elde ne Kumarlı, ne Sofya kalacak ve tasavvur olunan tehlikelerin hepsi başa gelecektir. Bunun dünyevî ve uhrevî mesulü ve tek müsebbibi olduğumuzu arz ve ihtar eylerim...»

Diye bir telgraf yazmış.

Bunun üzerine ertesi yirmi altıncı günü Mehmet Ali Paşa azl edilip, maiyetindeki Ferik Şâkir Paşa yerine geçirilmiştir. Aynı gün Süleyman Paşa da Ruscuk'a gelerek, yukarıda anlatıldığı şekilde, taarruz fırkasını tertip eylemiştir.

Lâkin hava sisli gittiğinden bir iki gün hareket olunamadı. Paşa'nın istikbâlde vuku bulacak vahim hâdiseleri ihtar için yazdığı şiddetli telgrafnâmenin eseri olarak, Mehmed Ali Paşa'nın azlinden iki gün sonra Serasker Kaymakamı Mustafa Paşa da azl ile yerine Rauf Paşa Serasker tayin olundu ve mevhum Edirne ihtiyat ordusu kumandanlığına da Ömer Paşa getirildi. Sübhanallah! Bu tevcihâtın Plevne'nin düştüğü haber alındıktan sonra vuku bulmuş olduğu zannolunuyor ki:

Aynı gün Plevne teslim-i silâh etmekte imiş!.. Zâ like takdîr-il aziz-il alîm.

Bu faciadan haberi olmayan Süleyman Paşa ise Teşrinisâni'nin yirmi sekizinde bir keşif taarruzu icra ettirdi. Rusların Pirgos, Meçka istihkâmlanna hücum olunmak üzere, ayın otuzuncu günü sabahı taburları ve toplan sevk eyledi. Biraz sonra ise Rauf Paşa'nın gece yarısı yazdığı yirmi dokuz Teşrinisâni tarihli telgrafnâmesini aldı. Bunda:

«Plevne için bazı uygunsuz haberler duyuldu. Os¬man Paşa'nın da yaralı olduğu rivayet ediliyorsa da, doğruluğuna hükm edilemeyeceğinden oraca tahkikat icra ederek bize de bildiriniz. Her şey mukadderat-ı îlâhiyedendir. Yeis ve fütur lâzım değil. Düşmana müdafaa hususunda gereken tedbirlerin ittihazını hamiyetinize havâle ettik...»

Denilmişti.
Süleyman Paşa bu haber üzerine askeri harekât: tehir etmek istemişse de, asker ve toplar bir hayli ilerlediğinden ve fecî şâyia ise henüz şüpheli olduğundan ve kendisinden malûmat istendiğine göre aslı olmaması da mümkün bulunduğundan yine manevrasının icrasına devam eyledi.
Üç liva piyâde, bir alay süvari ve dört batarya top ile düşmanın Pirgos istihkâmları üzerine yürüyüp zabt eyledi ve Meçka istihkâmlarına taarruz etti. Onun dahi bir kısmını zabt eylediği ikindi sıralarında ve harp meydanında Said ve Rauf Paşaların imzaları ile «Osman Paşa'nın esaret haberi bildirilerek, altmış tabur ile Balkan'ın güneyine inmesini ve lüzumlu noktalarda o taburları ta'biye ederek, düşmanın Edirne ve İstanbul'a yürümesinin men'ini emr eden» bir telgrafnâme almıştır.

Süleyman Paşa bu ürkütücü haberden, refakatindeki Kayserili Müşir Ahmed Paşa ile Ferik Fazlı Paşa'ya bile malûmat vermeyip, yalnız bir saat sonra askeri geri çekmelerini emr etmiştir.

Asker ric'at hareketine başlayınca ise düşman da takip ettiğinden, şiddetli muharebe edilerek gece vakti kendi mevkilerine varabildiler.
Ertesi gün Elena'nın tahliyesi ile oradaki taburların Tatarpazarcığı'na hareketlerini ve Hezargrad kolordusundan gelmiş taburların dahi Varna'ya inip denizden İstanbul'a ve oradan şimendüferle yine Tatarpazarcığı'na gitmelerini emr eyledi.

Tuna Şark Ordusundan Balkan'ın güneyine geçirilecek taburlar güya Kumarlı'daki askere destek kuvveti olacak ve Rusları Balkan hattından geçirmemek için iktiza eden noktalar tabiye kılınacak idi. Sonradan Rauf Paşa'nın verdiği sarahat üzerine bu noktalar, İzlâdi'den Sofya'ya kadar olan mevkilerin geçitleri idi.

Halbuki Süleyman Paşa, Teşrinisânî yirmi birde ve daha Plevne'nin sukutundan yedi gün önce:
«Eğer Plevne düşer de Kumarlı ordusunun yerinde sebat edemiyeceği anlaşılırsa, Kumarlı, İzlâdi, Şıpka, Hayın Köyü Boğazı ve mülhakatı kuvvetlerini Edirne'ye çekmek, kendisi dahi Tuna Şark Ordusundan geçireceği bir kuvvetle, Balkan'la Edirne arasındaki Yanbolu ve Islimye cihetlerinde seyyar bulunmak re'yinde olduğunu.»

Yazmış imiş.

Fakat ilga olunan «Meclis-i Âlî-yi Askerî»nin yeri¬ne «Hey'et-i Müşâvere-i Harbiyye» adıyla Rauf Paşa refâkatine tayin kılınan Ferik Ali Nizâmı Paşa, Mös¬yö Necip Paşa misüllü alafranga kumandanlardan teşekkıl eden heyet bu fikri takdir etmediler. Tuna doğusundan geçirilecek taburların Sofya cihetine gitmesini tensip ettiler.

Plevne'nin sukutu üzerine çıkan irâdenin yine onların re'yine uygun olarak zuhuru kumandan Süleyman Paşa'yı müteessir etmiş ve aşırı derecede incitmiştir.

Kazan'dan Şehir köyüne kadar uzanan Balkan müdafaa hattının herhangi noktasından gelebilecek olan Plevne'den boşanmış kalabalık düşman ordusu,; bir kaç misli kuvvet ile fırkamızı vurup geçebilirdi. Düşman Balkan hattını geçtikten sonra muhafazasında bir tabur asker bulunan Edirne'ye, oradan da sellemehüsselâm İstanbul'a yürüdüğü zamanda, bizim Bal-kan'a dağılmış olan askerimizin uzaktan seyirci kalacağı apaçıktı.

Bu ters fikri iltizam edenlerin hareketleri —hata değilse— şüphesiz hiyânet eseri idi. Ancak İngilterelinin yalan vaadlerine aldanan devlet erkânının fikir ve arzularına uygun düştüğü için revaç buldu.

Plevne'nin sukutundan sonra kuvvetlerimiz Edirne'ye çekilse idi, muharebenin belki ilkbahara kadar uzatılması müyesser olurdu...
Velhasıl «Bunca İslâm diyarını ve Balkan hattını harp etmeden düşmana terk etti!» dedirtmemek ve hasımlanın şamatasına meydan vermemek için, bir taraftan bu faydasız ve icrası gayrı kaabil olan emri infâza gayret ederken, diğer taraftan da işin hakikatini göstermeye ve Kumarlı tarafındaki çürük müstahfaz taburlarıyla dayanmanın muhal olduğunu, Sırp'lı harp ilân ettiği zaman ise işin daha zor olacağını anlatmaya çalışıyor.
Rusya Çarı henüz harp meydanında iken politika ile çare aranmasını hatırlatıyor, son müdafaa plânını Abdülhamid'e beyan etmek için ise İstanbul'a gelmeye izin istiyordu.

Süleyman Paşa Kânunuevvelin ikisinde bu izni istemiş ise de Rauf Paşa muhalefet etmiş, Sadrazam Edhem Paşa'ya ayın beşinde:
«Islimye'den başlayarak Kumarlı'ya kadar Şıpka, Izlâdi ve şâir noktaları gözden geçirmeniz ve kumandanlarına lâzım gelen talimatı vererek Kazan yoluyla hemen Sofya'ya gitmeniz münâsiptir. Efkâr-ı şahâne ile tekmil vükelânın re'yi dahi bu merkezdedir.»
Diye bir telgraf yazdırmış!

Bu telgraf, Kânunuevvelin altısında Süleyman Paşa'ya Varna'da vâsıl olmuştu. Fakat Paşa, Kânunuevvelin dördünde Mahmud Celâlettin Paşa imzası ile bir telgraf almış bulunuyordu. Bunda «Dersaadet'e gelmesine müsade-i seniyye çıktığı» bildiriliyordu. Paşa hemen vapura atlayarak ayın yedisinde İstanbul'a geldi.

Eğer Sadrazamın telgrafını dinleyip Kazan'dan Balkan boyunca lüzumlu mevkileri muâyeneye gitmiş olsaydı, Rusların Balkan hattına taarruza hazırlandığı bir sırada, Başkumandan olduğu halde telgrafsız yerlerde bulunarak, emrindeki kumandanların müracaatlarına cevap veremeyecek, her biri ayrı ayrı esarete düşecek, kendi de ancak Kânunuevvel'in sonuna kadar o kış kıvamette Kumarlı'ya ancak varabilecekti. Bu müddet içinde ise pek çok elim vak aların baş göstereceği pek tabii idi.

Sülevman Paşa Dersaadet'e vardığında Abdülhamid'in huzuruna çıkmış ve yukarıda zikri geçen müdafaa plânını beyan ederek Sofya cihetinde mukavemetin imkânsızlığını arz etmiş ise de, herhalde Sofya'ya gitmesi emr edilmiş.

«İngiltere'nin fiilî yardımını bekleyerek bir müddet daha Balkan hattının elde bulundurulması elzemdir.»

Denilmesi üzerine de «bunun imkânsızlığını» beyan etmiş, fakat fayda etmemiş ve hemen Kânunuevvel'in sekizinci günü Sofya'ya müteveccihen İstanbuldan çıkarılmıştır.

Şahsi garazlarının esiri bulunan Rauf ve Edhem Paşalar ile Abdülhamid, Rusya'nın açıktan açığa muzafferiyetine ve bunca mesuliyetlerin vukuuna yardım edip, yüz binlerce masum ve âcizi düşman süvarisinin ayakları altında perişan ve nefsâni arzularına kurban etmekten çekinmediler!.
Süleyman Paşa mecburen Sofya'ya gitmişse de âkibetin dehşetini düşünerek, tasarladığı plânını tatbikten de kendini alamadı. Kânunuevvel'in yirmi dokuzunda Edirne'ye varınca bütün kumandanlara ric'at emri vermekle beraber,

«Ahaliyi de beraber çekiniz ve şimdiden hazır olunuz.»

Diye umumi bir telgraf çekti.

Lâkin Süleyman Paşa, bu fikrine rağmen, ertesi onuncu günü Müşir Safvet Paşa memuriyet-i mahsusa ile arkasından gönderilmiş olduğundan, Edirne'yi terk ederek onbeşinde Sofya'ya vardı. O gün Ruslar, Potuk ve Çorvan derelerinden geçerek Kumarlı ile Sofya'nın bağlantısını kesmişlerdir.
Tuna Şark Ordusundan, Balkan'ın beri tarafına nakle memur taburlardan yalnız Kazan geçidine on tabur tayin edilmiş. Bu taburlardan beşi Niş imdadına gitmek üzere Sofya ile İhtiman arasından ve üçü Sofya'ya gitmek üzere Kapucuk ile İhtiman arasında ve üçü Kapucuk'a gitmek üzere, Kapucuk ile Tatarpazarcığı arasında hareket halinde olup, altısı da Kumarlı'nın doğu ric'at hattı üzerinde Markova, Nonova ve Petric köylerinde ve üçü Perasadim Derbendinde ve biri Avretalan'da ve üçü Tatarpazarcığı'nda idi!.

Kânunuevvel'in ikinci günü Sırplar Akpalanka'daki iki tabur muhafızı püskürterek kasabayı istilâ ettikleri gibi, Süleyman Paşa'nın Sofya'ya vardığı gün dahi Şehir köyünü son derece sıkıştırmışlardı. Sofya'da ise ancak üç tabur müstahfaz bulunuyordu.

Rusların Sofya ovasına inmekte oldukları ve Sırplıların dahi Şehir köyünde sekiz taburu esir etmek teşebbüsünde bulundukları görülünce, Süleyman Paşa, bu kere dahi «Balkan hattının muhafazasının imkânsız olduğunu, Kazan'dan Kumarlı'ya ve Şehir köyüne kadar mevcut olan kuvvetin artık Edirne'ye çekilmesi lüzumunu» arz etmiştir. Kumarlı kolordusu zahiresini Orhaniye'de düşmana terk etmiş olduğundan Sofya'dan günlük yiyecek getirmeye mecbur bulunuyordu. Bu bağlantı da Ruslar tarafından kesilince iki günlükten fazla yiyeceği olmayan askerin, mevkiini terke mecbur kalacağı aşikâr idi. Yine Litkova, Turuk ve Şehir köyündeki askerin dahi hemen Rus ve Sırplıların eline esir düşmesi yakın hâle gelmişti.
Süleyman Paşa, bu istirhâmına ve izin istemesine cevâben. Yıldız başkâtibi Said, Damad Celâlettin ve Rauf Paşalar imzalarıyla ve telgrafla şu emri almıştı:
«Kumarlı'dan Kazan'a kadar, Balkan hattının terki ile Edirne'ye çekilmeniz, an son günde olacak bir müdafaa çâresi olup, Balkan müdafaa hattını elden çıkarmamanın yolunu bularak memleketin muhafazasına ihtimam ediniz.»

Yazık ki, bîçâre Süleyman Paşa son günün o gün olduğunu anlatamadı...

Cenâbı Hak buyurur ki:

«Allah onların kalblerini ve kulaklarım mühürlemiştir, gözlerinde perde vardır ve büyük azab onlar içindir.» (Bakara sûresi, 7. âyet)

Ma'mâfih Şehir köyünde ve Litkova ve Turuk'daki taburların Sofya'ya çekilmesi ve Kumarlı kolordusunun dahi zahiresizlikterı sebat edemediği takdirde Petroviçe'ye ric'at etmesi emrini verdi.

Dersaadet'in emri üzerine Sofya'nın uğrayacağı muhasarada bulunmamak için gece sabaha doğru Sofya'dan Edirne'ye müteveccihen hareket etti.
Sofya kumandanına dahi, Şehir köyü, Turuk, Litkova taburlarının Sofya'da toplanabilmesi mümkün olursa mukavemet veya ric'at için lâzım gelen talimatı vermiş idi.

Süleyman Paşa Kânunuevvel'in on sekizinde Edirne'ye varmıştır. Şehir Köyü, Litkova ve Turuk taburları selâmetle Sofya'ya vâsıl olunca Sofya kumandanına da ric'at emri verecek, kısmen Samakov'a varmalarından sonra Edirne'ye kademe kademe ricat ettirecek idi! En ziyâde korkulan Şıpka ciheti olduğundan düşman Şıpka üzerine büyük kuvvetle gelecek olursa, bu orduyu hemen Edirne'ye çekmek ve diğer birliklerden Edirne'ye gelemeyecek olanları Köstendil ve Cuma taraflarına ric'at ettirmek tasavvurunda bulunmuş idi.

Ancak Paşa'nın Edirne'de bulunup, bu ric'at plânını icra etmesini Dersaadet istemediğinden, Sofya'ya gitmek üzere Tatarpazarcığına gelmiş olan Safvet Paşa, aldığı şifâhi talimât ile olmalı ki «Süleyman Paşa bugün Edirne'ye gitti» diye derhal telgraf çekmiş. Rauf Paşa da, Paşa'nın Edirne'ye vardığı gün «Edirne'den kalkıp Tatarpazarcığı ilerisine gitmesi» hususunu telgrafla kendisine ihtar eylemiştir.

Süleyman Paşa da cevaben:
«Düşmanın, Balkan hattının hangi noktasından taarruz edeceği malûm değildir. Eğer Düşman Şıpka'dan veya Hayin köyü boğazından yahut Kazan'dan geçerse, Edirne'de bir tabur bile ihtiyat kuvveti tedârik edilmediğinden, karşısına çıkacak kimse bulunamaz. Maazallah böyle bir hal zuhurunda ben Edirne'de bulunur isem, Edirne telgraf hatlarının merkezi olduğundan derhal haber alarak, Balkan noktalarına dağılmış olan taburları Edirne'ye celbe ve toplamaya muvaffak olabilirim. Bilâkis Tatarpazarcığı ilerisinde ve telgrafsız bir yerde bulunur isem vaktiyle haberdar olup emirlerimi gönderemem. Bu ise Balkan hattı üzerinde dağınık bulunan taburların parça parça tehlikeye uğramalarını intâc eder. Şimdiki hâle nazaran Edirne'den başka kumanda merkezi yoktur. Umum kumandanlığı üzerimden alınız, nereye emr olunursa giderim.»

Demiştir.

Kânunûevvel'in yirminci günü Rauf Paşa aynı emri tekrar teyid ettiği halde Süleyman Paşa yine red cevabı vermiştir.

Ertesi günü Kâtib-i Sâni Lebib Efendi, Abdülhamid tarafından tebligatta bulunmaya memuren Edirne'ye gelmiş ve:

«Birkaç güne kadar mütareke vuku bulacak. Şu müddet içinde Düşmanı Balkan'dan geçirmemeye çalışmaları ve Rauf Paşa'ya muhalefet etmemeleri...»

Yolunda emirleri Süleyman Paşa'ya tebliğ eylemiştir.
Halbuki Paşa'nın muhâlefeti görülen bir tehlikeye binâen, selâmet-i vatan için idi. Ama bunu kime anlatmalı?

Cehl ile ger garaz olursa behem
Eder intâc inâdı bî-şüphe
Za'fı re'y ile doğruyu görmez
Söyleme söz mu'ânidü bülhe
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #12 on: June 20, 2010, 04:51:55 am »

Kânunuevvelin yirmi ikinci günü Süleyman Paşa kendi yâveri ile Abdülhamid'e bir husûsi arîza takdim ederek:
«Askeri Balkan müdafaa hattı üzerinde tutmanın tehlikeli olduğunu; İngiltere bugün ilân-ı harp etse bile üç aya kadar bize fiilî yardımda bulunamayacağını; Edirne'de tasarlanan ihtiyat ordusu henüz mevcut olmadığından, Rusların Balkan'daki dağınık askerimizi alargada bırakarak yakında İstanbul kapısına kadar gideceklerini» ve bu hususlara dair kendi mütâlâalarını arz etti.

O güne kadar Kumarlı ordusu da mevkiini terk ederek Petroviç'e, oradan da Otluk köyüne çekilmişti. Şehir köyü, Turuk, Litkova'daki taburlar da selâmetle Sofya'ya gelmiş, fakat Rusların Sofya'yı sıkıştırmaları üzerine kumandan Osman Paşa, orada mukavemetin imkânsız olması sebebiyle, terk ve tahliyesi için izin istemişti. Süleyman Paşa da keyfiyeti Dersaadet'e bildirmekle «Sebat etsin!» emri verilmiş. Halbuki sebat etmesi, sonradan esârete düşmekten başka netice vermeyecek idi!.

Daha sonra tahliyesine müsaade olundu. Ertesi, tahliye olunduysa da Sofya ile Kapucuk arasını Ruslar kapadıklarından Samakov yoluyla ric'ate mecbur olmuşlardır. Bu birliklerin Samakov yoluyla ric'atlerini muhafaza etmesi için Tatarpazarcığı'ndan Miralay Rüstem Bey üç tabur piyâde ve bir batarya top ile Samakov'a gönderildi.

Kânunuevvelin yirmi üçünde, akşamdan sonra, Abdülhamid bizzat makina başına gelerek «Edirne'den Pazarcık ilerisine gitmesini» Süleyman Paşa'ya emr etmiştir!.

Paşa ise cevaben:

«Eğer Pazarcık'tan ileri gidersem Şıpka ve civarı ahvalinden ve buralara vuku bulacak taarruzdan haber alamayarak, vazifem olan, ric'at hareketlerini tanzime muvaffak olamam! O kuvvetler sonra, ya esir yahut mahv olacaklar. Emr-i kumandayı her nevi ahvâle göre birisi tanzim etmelidir. Böyle olmaz da umum aza kumandanlık üzerimde bırakılır ve en mühim yer olarak gördüğüm Şıpka ve iki cenahında bir vahâmet baş gösterirse bilâhere hem yine gazab-ı şahanenize uğrar hem de hakikati anlatmak mümkün olamayarak sebepsiz yere milletin de nefretine maruz kalırım. Umum Kumandanlık'ı başkasına tevcih buyurunuz. Bir liva askere dahi, irade buyurulduğu takdirde, gider kumanda ederim. Benim, kumanda hatlarının birleştiği yer olan Edirne'den ayrılmaklığımın devlet için pek büvük tehlikeler doğuracağı kanaatindeyim. En sonu namussuzluğu takınmaktan ise, şimdiden ve ağlaya ağlaya istifa ederim...» (1)

Demiştir.

Buna mukabil:

«Harp ahvali bazı tedbirler ile, faydalı bir neticeye bağlanacak ve mütakere olacaktır. Bu müddeti tehlikesiz geçirmek için sizin Tatarpazarcığı ilerisine gitmenize ve Umum Kumandanlığın tarafınızdan idaresine irade-i seniyye çıktı...»
Diye Rauf Paşa'dan bir telgraf gelmişti.

Hasılı kelâm bu hususta uzun uzadıya muhabere edildikten ve nihayet Abdülhamid tarafından bir de
(1) Süleyman Paşa'nın —haklı veya haksız— üstünün errine böylesine karşı gelip direnmesi, askerlik disiplini bakımından doğru bulunabilir mi? Bilhassa milletin de nefretine maruz kalmaktan çekinmesi çok dikkate şayen. Bu darbeci general kendisini «Halk İhtilâl Orduları» nın baş t sayıyor olmalıydı! (H.)

 itâbnâme aldıktan sonra Süleyman Paşa, ister istemez Pazarcık'a müteveccihen Edirne'den hareket eylemiştir.
Kumandanlarımızın rekabet ve garazlarının neticesi olarak yapılan bu yersiz tayinler dahi dakikası dakikasına matbuat ile ilân edilir ve vekillerin Meclis-i Hâs hattâ ehassında cereyan eden müzakerelere ve devlet sırlarına, Rusya sefarethanesi işlerine bakan Alman Sefiri o saat vâkıf olarak Rusya'ya da haber verilir idi!.

Süleyman Paşa, Edirne'den hareketi sırasında Yıldıza çektiği telgrafta:
«Düşmanın cephe-i taarruzunda bulunan hatt-ı müdafaayı yani Şıpka'yı ve yemin ü yesârını, evvelâ hıfz-ı Hüdâ'ya ve sâniyen Şevketmeâb efendimizin himâye-i mahsusalarına terk ederim...»

Demiş.

Pazarcık'a vardığında, Mâbeyn Feriki ingiliz Said Paşa'dan:
«Pazarcık'a gidişiniz memnuniyeti şâhâneyi mucip oldu ise de gaybûbetinizde evvelâ hıfz ü emânet-i Hudâ'ya ve sâniyen Veliyyini'met Efendimizin hima¬yelerine terk olunması fıkrası cây-ı mütâlâa olduğundan buna yarın cevap verileceği bâ-irâde-i seniyye size tebliğ olunur!»
Diye bir telgraf almıştır. ( )

Süleyman Paşa, Kânunuevvelin yirmi altısında, Otluk köyüne Kumarlı'dan çekilen Şakir Paşa emrindeki kolordunun yanına vardı. Halbuki o gün Şıpka'- nın esarete düşeceği alâmetleri baş göstermiş ki, verilecek cevap zuhur etmemiştir!.

Abdülhamid'in, Süleyman Paşa'yı Otluk köyüne göndererek Umum Kumandanlık'ı Dersaadet'te oturan Serasker Rauf Paşa'ya vermesi, fırtına çıkacağı zaman, kaptanı sahilde ve gemiyi göremeyeceği bir dere ve orman içinde tutup, fırtınada bocalayacak olan geminin kumandasını da sahilde gezinen bir köylüye ısmarlamak kabilinden değil midir?

Süleyman Paşa nın Edirne'den Pazarcık'a hareket eylediği günki 24 Kânunuevvel, sene 1293 idi— kumandanlık makamının sahipsiz kaldığını gören Rusya Başkumandanı Grandük Nikola, Şıpka'yı çevirme ha¬reketinin icrasını emr etti. Süleyman Paşa'nın telgraf¬hanesi olmayan Otluk köyünde bulunduğu gün Şıpka'nın etrafını sardılar.

Veysel Paşa, iki gün önce Süleyman Paşa'nın Pazarcık'tan telgrafla:

«Şıpka dağlarındaki asker ve topların büyük kısmını aşağı alınız ve ric'ata hazır olunuz.»
Diye kerâmetçe ihtârına ve İşve köylülerinin:
«— Ruslar, Dranova'dan İsve üzerine geliyorlar kö¬yümüze asker veriniz.»

Diye ricalarına ehemmiyet vermediğinden ertesi günü seher vakti İsve'den inen ve Hamidli boğazından geçen düşman fırkalarının etrafını sardıklarını gördü. Rauf Paşa'ya müracat edince, ondan: «Mütakere kararlaşmıştır. Bulunduğunuz mevkii elden çıkarmamanızı rica ederim.» Cevabını aldığından sebat etti. Fakat ayın yirmi sekizinci günü çâresiz kalıp, teslim-i silâha mecbur ve Rauf Paşa'nın kötü tedbir ve emrine kurban olmuştur!
Veysel Paşa iki gün önce Rauf Paşa'ya müracaat ettiği sırada, Süleyman Paşa'ya da:
«Şıpka etrafında düşman göründü...» Diye telgraf göndermişti. Süleyman Paşa bunu bir gün sonra Otluk köyünde bir zaptiye eliyle almış, âkibetin dehşetini düşünerek ve üzülüp ağlayarak hemen orada ve civardaki taburlara, Tatarpazarcığı'na ric'at emrini vermiştir.
Veysel Paşa'ya da, Edirne'ye ric'at emrini vermek üzere, on saat mesafede bulunan Pazarcık'a dolu dizgin hareket eylemiştir.
Pazarcık'a iki saat mesafede Karalar adlı köye vardığında, 26 Kânunuevvel tarihli ve vükelâ adına olarak Rauf Paşa'dan bir telgraf almış...»
Bunda:

«Ruslar Şıpka'nın etrafını sardı. Şark ordusunun orada, dayanması mı, yoksa ric'ati mi, doğru olur. Vükelâ arasında birlik olamadı. Bu bapta fikriniz acele olarak sorulur...»

Denilmişti.

Pazarcık'a on saat uzak telgrafsız bir mevkie inat ederek gönderdikleri ve düşman belledikleri Süleyman Paşa'dan en son aciz zamanında, Vükelâ sıfatını takınmış hâinlerin danışmaları ve düşmanın rey kararı beklemeyeceğini düşünmemeleri ne acaip tedbirsizlik ve ne büyük musibettir!
Süleyman Paşa süratle yoluna devam ederek yatsıdan bir saat sonra Pazarcık telgrafhânesine vâsıl oldu.

Kendisinin isâbetli re'vi, ric'at olduğundan, Otluk köyü ve civarındaki kolorduya bu emri verdiği gibi Samakov'a dahi bir yâver yollayarak «hemen Pazarcık'a çekilmeleri» emrini gönderdi.

Rauf Paşa'ya ve Yıldız'a da:
«Hem Şıpka kolordusu, hem de Pazarcık civarındaki kuvvetler Edirneye çekilmelidir. Re'yim budur.»

Demiştir.
Şıpka'daki askerin, Eski Zağra ve Yeni Zağra istikametlerinden biriyle ric'at etmesi; Hayın köyü, Ferdic, Keçi Dere, Istrayka, Ahmedli ve Kazan'daki taburların da Tatarpazarcığı'nda toplanarak Filibe ile Edirne arasına girmeye çalışacak olan düşmana karşı yürümesi lüzumunu da Dersaadet'e bildirdi.
Gece üç dört saat kadar cevap bekledikten sonra, nihayet yine Rauf Paşa'dan:

«Rusya Devleti ile mütâkere oldu. Osmanlı askerleri bulundukları mevkileri terk etmesinler...»
Cevab-ı nâsavâbını alır!

Ah bu menhus telgraf ah!
Yüz binlerce mâsum ve bîgünâhın sebeb-i mahvü helâki oldu!
Çünkü bir hafta evvel Süleyman Paşa'nın isabetli re'yi üzere Sofya'da Bergos'a kadar olan yerler ahalisinin askerle beraber çekilmeleri hususu umumî telgrafla emr olunmuştu. Müslüman ahali de araba ve hayvan tedârik ederek, iyice eşyalarını alıp muntazam bir şekilde yola çıkmışlardı. Bir hayli de menzil almışlar iken Rauf Paşanın bu telgrafı üzerine, zaptiyelerle yoldan çevrildiler.

Ahali de memnun ve müteşekkir geri döndü. Eşyalarını hânelerine indirip arabalarını köylere yolladılar.

Dokuz saat sonra:
«Ahaliyi şimdi hicret ettirin. Mala eşyaya bakacak gün değildir.»
Diyen ve yıldırım gibi birbirini takip eden dehşetli telgraflar alındı.

Gece yarısı kapı kapı gezilerek, ahali yataklarından kaldırıldı. Çoğunun giyinmeye ve kıymetli eşyalarını almaya elleri varmayıp, feryad ü figân ederek yollara, kar, buz, çamur ve bataklara dalarak kırlara düştüler!.

Şıpka ordusunun bozgun firari askerleri de Çırpan ve Zağra ahalisine yetişip:
«— Aman din kardaşlar! Acele ediniz! Düşman geliyor!»

Velvelesiyle bir kat daha zavallıları korkutup dehşete düşürdüler. Bîçâre âciz kadınlar, koltuğundan bohçalarını ve bohça zannıyla kucaklarından kundaktaki mâsumlarını karlar üzerine attılar!

Sekban şimendüfer köprüsünden geçilirken:

«— Kazaklar yetişti!»
Feryadı kopunca, bir iki yaşlarında ve karlar üzerine bırakılmış olan mâsumcukları «Moskof pençesine düşmesinler» diye, geriden gelenler Meriç'e atmışlar!.

İşte bu faciaları, o kırılası ellerin yazdığı menhus telgrafnâme oynadı. Hasbünellahu ve ni'mel vekîl.
Süleyman Paşa «ric'at olunacak» düşüncesiyle evvelce verdiği emre binaen Otluk köyündeki askerin Pazarcık'a üç saat mesafeye kadar yaklaşmış ve Samakov'a dahi yâverini göndermiş idi.

«Mütareke oldu.» telgrafı üzerine tekrar yaver çıkarıp Şâkir Paşa fırkasını Otluk köyüne döndürdü ve Samakov'a dahi mevkilerini terk etmemeleri emrini yolladı!.

En ziyâde endişeye sebep olan Şıpka kolordusundan, telgraf hatlarını Ruslar kesmiş olduğundan haber alınamıyordu. Meğerse onlar, o gün teslim-i silâh ediyorlarmış...

Rus kumandanı mütâreke filân dinlemeyip ilerlemekte ve muharebeye devam etmekte idi.
Süleyman Paşa'nın, Sadâret'e ve Rauf Paşa'ya geceli gündüzlü müracaatına ve muhabere etmesine karşı:
«Başkumandan Grandük Nikola'yı bulunuz. Mütârekeyi ona tebliğ ediniz.»

Cevabı veriliyordu!
Bü mütarekeyi tebliğ için Eski Zağra Zaptiye Yüzbaşısı, Kızanlık'ta bulunan Grandük'e memuren gönderildiğinde kurşun ve süngü ile cevabı verildi ve yoldan çevrildi.

Meğer bu «mütarake» meselesi de bizim Hey'et-i Vükelâ'nın gaflet ve hayallerinden ibaret imiş!...

Hakikatte, Rus'un Şıpka'yı kuşattığı zaman Abdülhamid, Rusya Çar'ına:

«Seyf-i satvetiniz Türkiye'yi lâyıkıyla terbiye eyledi. Şimdi mütârekeye müsaade-i haşmetmeâblarını rica eylerim!»
Gibilerden husûsî bir telgraf çekmiş. Çar ise üç gün sonra:
«Harp işleri Grandük Nikola'ya havale edilmiştir. Onunla muhabere ediniz...»
Cevabını vermiştir!
işte Vükelâyı Devlet in düşman hilesine kapıla¬rak ve katiyyen dikkat ve ihtiyata riâyet etmeden, mütâreke talebiyle çekilen telgrafın cevabı alınmadan ve henüz mütârekeye karar verilmeden, mütâreke olmuş gibi hareket etmeleri felâkete sebeb oldu.
Rauf Paşa'nın «Mütâreke oldu, kimse mevkiini terk etmesin» diye düşünmeden verdiği emirler, Şıpka kolordusunun harp âletleriyle ve pek çok mühimmat ile esir düşmesine, askerimizin tamamen bozulmasına Rusya'nın Ayastafanos'a kadar serbestçe yıkarak yakarak gelmesine ve bunca müslüman nüfusun telef olmasına pek güzel hizmet etti!...
Kânunuevvel'in yirmi dokuzunda Şıpka ordusunun teslim i silâh eylediğini Süleyman Paşa'ya Çırpan Telgraf Müdürü haber verdi.
Bunun üzerine Paşa'nın:
«Şıpka'daki askerin teslim olduğunu Çırpan'dan haber verdiler. Samakov muharebeye devam ediyor. Edirne cihetine daha hareket etmeyip bekleyelim mi?»
Diye gece yarısı yazdığı telgrafa Rauf Paşa tarafından dört saat sonra hele cevap verilmiş ve:
«Manevranızı seri ve âcil olarak icraya izinlisiniz. Bütün askerî hareketler zât-ı müşîrânelerine münhasır olduğundan, artık izahat istemeye hâcet yoktur.»
Denilmiş.
Süleyman Paşa da :
«Büyük ye s ve ümitsizlik içinde icra olunacak bu hareket, çaresizlik icabındandır. Taburları toplayabildiği takdirde dövüşe dövüşe, Mevlâ selâmet ihsan ederse, Edirne'ye varılacağını ve son nefeste ihsan buyurulan ruhsatın hiç bir faydalı netice veremeyeceğini...»
Cevaben beyan eylemiş.
Derhal Otluk köyü, Kapucuk, Samakov kumandanlarına sür'atle Pazarcık'a; Kazan, îslimye; Keçidere; Feredic; Hayın Boğazı kumandanlarına da Yanbolu'da toplanıp Edirne'ye ric'at etmeleri emrini vermiştir.
Halbuki Samakov'daki taburlarla, Sofya'dan ric'at eden yirmi dört taburun kendilerine yâverle haber gidip de toplanarak Pazarcık'a gelebilmeleri en az üç dört gün isterdi. Tatarpazarcığı nda hayli mühimmat ile Filibe'de binden fazla hasta asker bulunuyordu! Bunların en evvel nakli elzem ise de şimendüfer Tırnova istasyonundan yukarı düşman korkusundan geleni yordu.
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #13 on: June 20, 2010, 04:52:36 am »

Mühimmat ve hastaların nakli için olsun üç katar gönderilmesi Rauf Paşa'dan talep olundu. Cevap olarak, katarları göndereceğini beyan ederek, hat üzende tren ve lokomatif bulunmasından doğacak mahzurları dahi ihtar etti. Ve cevaben:
«Bir ayak evvel Sekbanlı'ya ve Edirne'ye çekilinmesi irâde-i seniye gereğidir; Mehmed Ali Paşa dahi size yardım etmek üzere Edirne'ye gönderilmiştir. Onu bir kol kumandasına tayin ile birlikte iş görü¬nüz...»
Meâlinde telgraf yazdı.
Meğerse Rauf Paşa'nın bu telgrafı Süleyman Paşa'yı kandırarak Edirne'ye celp etmek için imiş. Edirne'de askerin toplanması müyesser olursa, Paşa aley¬hinde hazırladıkları siyasi hileler neticesi olarak, onu Başkumandanlıktan azil ve yerine Mehmed Ali Paşa geçirilecek imiş. Ayrıca muhafaza altında Dersaadet'e aldırılıp tevkif ettirilecek imiş! Bu hususta Mehmed Ali Paşa da gizli bir ferman taşıyormuş!
Kânunuevvel'in otuzuncu günü Otluk köyü, Çırnova, Kapucuk'taki taburlar Tatarpazarcığı'na geldiler. Çok şiddetli kışta dokuz saatlik mesafeyi yürümüşlerdi.
Ertesi otuz birinci günü Rauf Paşa: «Düşman Filibe ile Sekbanlı arasına girmek istiyor; bir an evvel Edirne'ye çekiliniz!» Diye birkaç telgraf gönderdi. Süleyman Paşa en son cevabında: «Zaten bütün imkân ve iktidârımızı bu irâde uğruna sarf ediyoruz. Ve son nefese kadar buna çalışılacaktır. Eğer harp bizi bu emelden mahrum ederse —zâlike takdîril azîzil alîm—» Demiştir.
Kânunusâni'nin birinci günü müfrezeler Tatarpazarcığı'na toplandı. O gece yarısı Filibe'ye hareket edildi. Gurko ordusu da bunları yandan ve arkadan takip ediyordu. Ayın üçüncü günü Filibe'ye varıldı.
Ordu Filibe yanında Kadıköyü'ne ta'biye edildi. Ordunun mevcudu tabur olarak yüz onüç tabur idiyse de, mevcudu ancak yirmi beş bin neferdi. Çünkü Rumeli kıtasına mensup olan Redif ve Müstahfaz taburlarıyla Nizamiye askerleri, daha Tatarpazarcığı'na toplanamazdan önce ailelerini koruma endişesiyle silâhlarıyla beraber savuşmuşlar, ve bu taburlarda yalnız zâbitler kalmışlardı.
Anadolu ve Arabistan halkından pek çoğu da Selânik, Edirne, Kırcali taraflarına ve sahillere kaçmışlar idi. Yalnız Selânik iskelesinde sekiz bin firari nefer toplandığı anlaşılmıştır.
Süleyman Paşa ordusunun Filibe'ye vardığı gün, General Skobelef'in Edirne'ye gitmekte olduğu, Sekbanlı'ya vardığı ve şimendüferi zabt ettiği haberi geldi. Şimendüfer telgraf memuru bu haberi verdikten sonra, artık o tel de kesilmiştir.
Ordunun Edirne'ye olan ric'at hattı kesildiğinden, çaresiz, Kırcaali Balkanı eteği ile ve Hasköy yoluyla Edirne'ye gidebilmeye çalışacak idi!
Ahali de beraberinde olan, az ve gayrı muntazam Osmanlı ordusu. General Gurko ordusuyla Şıpka'dan geçen Skobelef ve Troyan'dan inen diğer Rus fırkala¬rı arasında kaldığından Balkan'a istinat etmekten başka kurtuluş çaresi yoktu. Aksi takdirde düşmanın büyük kuvvetleri arasında parça parça esarete düşmek muhakkak görünüyordu. Pazarcık'tan beri Selânik tarafına çekilmek reyinde bulunan Fuad, Receb ve Şâkir Paşalar gibi ordu erkânının dehşetlerini arttırmamak için Sekban istasyonunun Skobelef tarafından zabt olunduğu haberini, Süleyman Paşa gizlemiş idi.
Gündüz Kadıköyü'nde, Meriç kenarında geride Ruslarla yapılan top ve tüfek savaşı sırasında İngilizli Ferik Beykır Paşa iki liva asker ile Kumat köyüne ve Miralay Nazif Bey dahi bir liva askerle bu köy ile Markova arasına sevk olundu.

Zira Ruslar, Balkan tarafında dahi ilerlediklerinden o tarafı emniyete almak lâzımdı. Bundan sonra Ada köyü, Kara Tâhir, Başlık Değirmendere noktalarında bulunan Osman Paşa fırkasının dahi doğruca İstanimka'ya gitmeleri emri verildi.

Meriç kenarında Kadıköyü ve Ayranlı geçitlerindeki Recep Paşa kumandasına verilen Azmi ve Mustafa Remzi Paşa livaları düşmanla harp ediyorlardı.
Onlardan geriye Şâkir Paşa fırkası ta'biye edilmişti. Mehmed Zeki Paşa livası Kadıköyü'nde ve Şükrü Paşa livası bu köy ile Urminek arasında pirinç tar¬lalarında, İbrahim Paşa livası da Urminek köyünde bulunuyorlardı. Fuad Paşa dahi iki liva askerle Değirmendere'ye gönderilmişti.
Osman Paşa çekildikten sonra Receb Paşa, ondan sonra Şâkir Paşa fırkaları Değirmendere'ye çekilecek, Şâkir Paşa'nın hareketinden üç saat sonra da Filibe'¬deki Müşir Safvet Paşa, Ferik Sâbit Paşa ve Ali Paşa birlikleriyle İstanimka'ya doğru çekilecekler ve Değirmendere'ye doğru giden fırkalar dahi dağ yoluyla kademe kademe İstanimka'ya gideceklerdi.

Süleyman Paşa'nın askeri İstanimka'ya toplamaktan maksadı, oranın tabiî arızalarından istifade ede¬rek elindeki kuvvet ile bir kere General Gurko ordu¬suyla çarpışmak imiş! Lâkin görülecek olan sebeplerden dolayı muvaffak olamamıştır... Şöyle ki:
Ordu daha Pazarcıkta iken Rauf Paşadan istenilen katarlar gelmediğinden, Filibe'de bulunan binden fazla hasta ve yaralı, mecburen Filibe'deki İngiltere Konsolosu'nun himayesine terk edilmiş, Süleyman Paşa da askerî harekâtın merkezinde bulunan Kumat köyü gerisindeki çiftliğe giderek, verdiği emir ve talimatların icrâsına müntazır olmuştu.

Talimat gereği akşamdan sonra hareket edecek olan Şâkir Paşa, üç saat sonra çekildiğinden, onun hareketinden üç saat sonra hareket edecek olan Filibe kuvveti gecikmiş. Şâkir Paşa, Değirmendere'ye ancak gece yarısı varabilmiş.
Gece varışından iki saat sonra Filibe önlerinde tüfek sesleri işitilince oradaki askerin çekilmediği anlaşıldı. Süleyman Paşa yâverini tahkik için Filibe'ye gönderdi. Yaver dönerek:

«Bizim askerin bozulduğunu, Saffet ve Sâbit Paşaları bulamadığını ve Rusların tâkibine uğradığını.»

İfâde etmiş.

Meğerse Filibe o gece tahliye olunduğundan, bir bölük Rus süvarisi Meriç'i yüzerek geçip, Safvet Paşa'nın dağıttığı silâhlarla mücehhez bulunan Bulgarlar da onlara katılıp, Filibe istasyonunda gâfilâne silâh çatıp oturan askerlerimizi basmışlar!.

Bu baskıncı kuvvetin az bir şey olacağını düşünmeyen Safvet ve Ali Paşalar hemen top arabalarına binip Istanimka yolunu tutmuşlar. Bir kısım askerler de şuraya buraya savuşmuşlar! Ferik Sâbit Paşa kalan mevcudu toplayarak ertesi gün Istanimka'ya götürmüştür.

Şecâat Hudâ-dâddır insana kim
Bilinmez kıyâfetle merd-i dilîr
Akıl baştadır dendi, yaşta değil
Mukardır bunu cümle bürnâ ve pir

Süleyman Paşa hakikat-i hâle vâkıf olamadığından, bu vaka üzerine, düşmanın İstanimka yolunu tutarak ric'at hattını kesmesi ihtimâlini düşünerek, derhal İstanimka'ya gidip, evvelce oraya varmış olan Hüseyin Paşa livasını münasip yere ta'biye eder, diğer fırkaların gelmelerini bekler.
Kânunusâni'nin dördüncü günü Filibe'den Sâbit Paşa kuvvetleriyle Şâhin Paşa fırkasından Mehmed Zeki ve İbrahim Paşa livaları ve dokuz taburla Ferik Beykır Paşa ve Reşid ve Yahya Paşalar livalarıyla da Osman Paşa Istanimka'ya gelmişler idi

Ferik Fuad Paşa düşman ile sahte bir muharebeye girişip Rodos Balkanlarına ve Selânik cihetine doğru çekilmek fikrinde olduğunu evvelce beyan eylemişti. Bu sebeple Değirmendere'de kalıp Filibe tarafına beyhûde toplar atarak düşmanı üzerine davet etmişti.

Beraberinde, Receb Paşa kumandasına verilen Mustafa ve Azmi Paşalar livaları, kendi kumandasındaki Beykır Paşa livası, Nazif Bey livasından Beykır Paşa ile çekilmekte gaflet edip kalan beş tabur ve Osman Paşa fırkasından Refik Bey alayı mevcut idi.

Ferik Şâkir Paşa dahi Pleştice'ye kadar Şükrü Paşa livasıyla gelip orada gecelemek istemişti. Fuad Paşa fırkasından ayrılan Necib Paşa livası ve Osman Paşa fırkasından Ali Paşa livası dahi onların durduğunu görünce Pleşticede onlarla gecelemeğe niyet etmişlerdir. Ferik Recep Paşa ise kendi idaresine tevdi edilen Azmi ve Remzi Paşalar livalarını Fuad Paşa'ya terk ile Şâkir Paşa'nın yanına gelip kalmışlar.

Bunlar o köyde gecelemeyi tasarladıkları halde etraflarına nöbetçi koymaktan gaflet etmişlerdi. Gece yatsıya doğru bir liva düşman askeri, ansızın üzerlerine hücum edince, zaten firar etmek için fırsat bekleyen müstahfazlar «Gâvur geldi!» yaygarasıyla dağılıp kaçmaya başlayınca evvelâ Şükrü Paşa, sonra Necib Paşa livaları dağılmış, Ali Paşa livası da biraz dayandıktan ve Ali Paşa'nın şehid düşmesinden sonra ötekileri takip etmişler ve hepsi İskeçe've doğru dağılıp kaçmışlardır.

Kânunusâni'nin dördüncü günü Değirmendere'den İstanimka'ya hareket eden Fuad Paşa, Pleştice'ye gelip de Şâkir Paşa ile orada bulunan askerin hezimetini ve Rusların Istanimka yolunu kestiklerini görünce, o dahi'toplarını terk ederek îskeçe'ye doğru Receb ve Şâkir Paşaları takip etmiştir. Bu paşalar Kânunusâni'nin beşinci günü Balkan'da Dobruluk köyünde birleştiler.

Bunların Kânunusâni dördünde İstanimka'ya gelmemelerine binaen ertesi günü Vodine köyünden öte Değirmendere yolunun kapanması üzerine Mehmed Zeki ve İbrahim Paşalar dokuz taburla gönderilmiş ise de söktürememişlerdi. Fuad, Receb ve Şâkir Paşalardan da bir haber çıkmadığından endişe ve merak edilmekteydi.

Ayın beşinde akşamdan sonra Fuad ve Şâkir Paşaların, dokuz saat mesafede bulunan Dobruluk köyünden birbirini takiben gönderdikleri tezkerelerle keyfiyet anlaşıldı.

Süleyman Paşa, İstanimka'da bulunan Müşir Saffet ve Ferik Sâbit, Osman ve Beykır Paşalara hemen durumu bildirerek:
«Bizim Edirne'ye gitmekliğimiz kesin irade-i seniyye gereğidir!»
Demiş, onlar da:

«Edirne'ye gitmenin imkânsız olduğunu» hepsi müttefiken ifâde etmişlerdir.

Çünkü Şıpka'dan geçip Sekbanlı'yı ve Toryan'dan inip Papaslı'yı tutan ve Edirne yolunu kesen düşman kollarından maadâ, yetmiş bin kişiyle de General Gurko, Süleyman Paşa ordusunu arkadan ve yandan takip etmekte idi.

Zaten yetersiz olan kuvvetin, Fuad ve Şâkir Paşaların gidişiyle bir kısmı daha parçalandığından ve Ruslar Filibe önünden Istanimkaya ve Kırcaali yolu bulunan Tahtalı'ya doğru asker şevkiyle ordunun arkadan etrafını sarmak manevrasına kalkıştıklarından, bir ayak evvel Istamnika'dan kalkarak Balkan'ı tutmaktan başka selâmet çaresi tasavvur olunamıyordu.

Mâdem ki iş bu raddeye geldi. Kurtulabilen askeri hemen sahile indirip, vapurla Kal'a-i Sultânı boğazına ve Dersaadet'e nakl ile bu mevkilerin muhafazası için elden gelen gayreti sarfetmek icap ediyordu. Buna binâen Süleyman Paşa, Ferik Sâbit Paşa'yı, dağ toplarıyla ve on taburla, îstanimka'nin arkasındaki dağ yolun-dan sevk eylediği gibi, büyük toplarla kalan taburları alarak o gece kendisi de Tahtalı Boğazına doğru hareket eyledi. Hareketinden önce Osman Paşa'ya Tahtalı ve Keteni i köylerini tutturdu.

Kânunusânî'nin altısında Tahtalı'nın arkasındaki tepeye Mehmed Zeki ve İbrahim Paşalar livalarıyla çıktılar. Ancak topları dağlara çıkarmak mümkün ol¬madığından Ferik Osman ve Beykır Paşaları, kızak yapıp çıkarmak, olmazsa gömmek ve muhâcirlerin arkasını almak için dağ eteğinde bıraktı.
Çünkü düşman otuz kadar piyade taburu ve dört beş alay süvari ile orduyu takip etmekte, orduda ise pek çok muhâcir bulunmakta idi. Düşman süvarileri de dağ eteğine yaklaşmıştı.

Asker ahaliye karışmış, nizamsız ve intizamsız bir hâle girmiş, artık ceza tehdidi de kâr etmez olmuştu!

Beykır ve Osman Paşalar, yolun sarp ve kötü oluşundan, topların bir kısmını çıkarabildiyseler de yine dağdan uçurup düşürmüşler ve birtakımını da hiç çıkaramayıp yalnız kama ve gaz halkası gibi mühim kısımlarııu alarak, tekerleklerini kırarak bırakmışlardır. Muhâcirlerin bir kısmı henüz ovada ve Ketenli köyünde iken Kazaklar yetişip, kadın ve çocuk demeyerek hepsini kılıçtan geçirdiler. Bu hâli artçılık eden Osman Paşa görmüş ise de yazık ki önlemeye muktedir olamadı.

Süleyman Paşa, Mehmed Zeki ve ibrahim Paşalar livalarıyla o gün Balkan'da Kuşalan köyüne giderek, o gece orada kaldılar.
Kânunusâni'nin yedinci günü bu perişan asker, peyderpey Gümülcine'ye gelmeye başladı. Fuad, Sâbit ve Şâkir Paşaların dahi maiyetleri ile tskeçe'ye indikleri telgrafla haber alındı.
Süleyman Paşa, bu askerin nakli için acele olarak yirmi otuz vapurla, külliyetli miktarda peksimet gönderilmesini istanbul'a yazdı. Ayın dokuzuncu günü Sadrazam Hamdi Paşa'dan gelen cevâbı telgrafta:

«Hâriciye Nâzırı ile Nâmık Paşa'nın bu ayın üçünde görüşmek üzere Kızanlık'a gönderildikleri, Moskofların ayın sekizinde Edirneye girdikleri, oradan Ge¬libolu ve Dersaadete yürüyecekleri, buralara her ne miktar asker yetiştirilebilinirse devletin hayatî kuvvetine o nisbetle yardım olunacağından ve Karaağaç iskelesine vapurlar gönderileceğinden ilk sevk olunacak taburların Geliboluya çıkarılması...»

Beyan olunup bu hususta fikri soruluyordu.

Bunun üzerine Süleyman Paşa derhal Karaağaç iskelesine indi. Taburlarından firar ederek Balkanlara ve sahillere dağılan Anadolu ve Arabistan halkından firâri askerler dahi, kazakların Gümilcine'ye kadar takip etmesi üzerine Karaağaç'a toplandılar. Bu firârilerle, ordunun mevcudu kabararak otuz dört bini buldu. Bunların sekiz binden fazlası Gelibolu'ya, on altı taburu o sırada hududu geçen Yunanlıların üzerine ve geri kalanı Dersaadet'e sevk olundu. Süleyman Paşa da Kânunıısânî'nin onyedisind'e Gelibolu'ya çıktı.
Yukarda beyân olunduğu üzere Yanbolu'da toplanarak Edirne'ye çekilmeleri hakkında geçen ayın yirmi dokuzunda Süleyman Paşa'nın ric'at emri verdiği Keçidere, Ferediç, Hayın köyü boğazı, İslimye, Ahmedli, îstrayka ve Kazan mevkilerinde bulunan otuz tabur Kerim Paşa emrinde Edirne'ye yaklaşmışlar. Ancak Ahmed Eyüp Paşa ve Cemil Paşalar Edirne'yi tahliye etmiş ve Ruslar şehre girmiş bulunduklarından, malûm me'muriyetle gönderilen Mehmed Ali Paşa gelip, Kerim Paşa fırkasını İstanbul'a çekmiştir. Çatalca'da en son günde bulunan asker bu taburlarla, Karaağaç'tan sevkedilen taburlar idi!

Risalemizi buraya kadar işgâl eden tafsilâta dikkat eden erbâb-ı basiretin malûmu olacağı üzere, bu meselede siyasî işler, harp tedbirleri ve askerî hareketler için en başta verilen karar ve düzenlenen plâna riayet ve devam edilmemiş, doğru bir yol tutulmamıştır. Böyle mühim bir mesele iktidarsız, kifâyetsiz bir heyetin kararlarıyla değişir bir halde bulunmuş hülâsa, harp bizzat Abdülhamid ve kâselîsleri tarafından idare edilmiştir. Bu ise her avuç toprağı bir şehid-i mazlumun al kanıyla yoğrulmuş olan vatan-ı azizimizin düşman atları ile çiğnenmesini, yüz binlerle müslüman halkın engizisyonları hatırlatan envai fecaat ve şenâat icrası ile kati edilmelerini, milyonlarla halkın zelil ve sefil kalmasını intâc eyledi.

Sezâyı la'netü nefrin olur ol hâin ü gaddar,
Bulur bir gün belâsın sille yer efrâd-ı milletten!

RUSYA'NIN ŞIPKA DAN TECÂVÜZÜ

Kânunuevvelin yirmi altıncı gecesi seher vaktinde Rusyalı Şıpka'nın doğusundaki îsve köyü gediğinden taaruza geçti. Bu tecavüzü ilk olarak arabalarıyla odun getirmeye dağa giden bazı delikanlılar gördüler. Köy halkını müdhiş na'ralarıyla uyandırdılar. Ahâli silâhlandı. Kadın ve çocukları camie doldurarak eşkıya sandıkları düşmana karşı müdafaaya hazırlandılar. Fakat gelen külliyetli kuvvetin Rus askeri olduğunu anlayınca kaçmak istedilerse de, yeni silâhların ateşleri önünden kurtulmak mümkün olamadı. Pek az bir kısmı ile o gece kasabada veya diğer köylerde misafir kalanları kurtulabildi. büvük kısmı öldürüldü.

Aynı zamanda bir fırka düşman da Şıpka'nın batısında bulunan Hamidli köyü boğazından çıkarak, Şıpka üzerine her iki taraftan çevirme manevrasına giriştiler.

Veysel Paşa, Rauf Paşa'nın:

«Mütâreke oldu, yerinizden ayrılmayınız...»

Emrine uyarak orduyu ric'at ettirmedi. Ancak Rusların düşmanca ve şiddetli hücumlarını görünce çaresiz müdafaaya girişti,
Düşman, istihkâmları şiddetle dövdü. Pek çok telefat verdikleri halde tabyaları birer birer zapt ettiler. Omurculu köyünün doğıı tarafındaki tabya teslim olduğu halde, teslimden sonra dört yüz kadar asker süngülenip şehid edildi!... Nihayet iki gün sonra da, yirmi sekiz Kânunuevvel'de teslim-i silâha mecbur kalındı.
Report Spam   Logged
OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #14 on: June 20, 2010, 04:53:33 am »


işte burada dahi sekiz bin kişi ile kumandan Ferik Veysel Paşa ve erkân-ı harp hey'eti, birçok top, tüfek, külliyetli miktarda mühimmat ve erzak düşmanın eline düştüler.

Ahali zaten ürkmüş ve tetik üzerinde bulunur olduğundan, düşmanın İsve ve Hamidli geçitlerinden tecavüz ettiği gün, araba ve hayvan ile, bunları bulamıyanlar ise yayanca, Zağra ve Çırpan üstünden kaçmaya başladılar. Muâvine askerleri dahi dağıldı.

Bu muâvine firarileri Çırpan ve Eski Zağra ahalisine, Izlâdi ve Karlova taraflarından yollara dökülen binlerce muhacirlere bir kat daha dehşet verdiler. Kabacık ve Sekban'lı istasyonlarına mahşer meydanı gibi toplanmış ve karlar üstünde şimendüfer bekleyen bîçare ahâli bu korkuyla karadan Edirne'ye ve Kırcaali dağlarına yürüdüler. Yollarda ve istasyonlarda terk olunan kıymetli eşyaların, heybe ve terkisi üstünde ve gemi ağzında at ve hayvanların had ve hesabı yoktu.
Evlâdını taşıyamayanların «araba getirip sizi alacağız» diye aldatıp bıraktıkları mâsumlar karlar üstünde bekleşe kalmışlardı. Herkes canı derdine düştüğünden, geriden gelip bu faciayı görenler de bir âh-ı teessüfle yanlarından geçer giderlerdi!...

Bu muharebede islâm muhâcirlerine yardım için İngiltere'de teşekkül eden «Şefkat-i Osmaniye» adlı cemiyet, sonradan faaliyetlerini anlatmak üzere neşr ettiği risalede, harbin sebep olduğu felaketleri saymaktadır.

«England Gazetesi» bu kitaptan naklen şöyle yazmıştır:

«Asyayı tahrip eden Cengiz Han ve Timurlenk'in hücumlarından beri böyle bir tahrip vuku bulmamıştı. Bin sekizyüz yetmişyedi ve sekiz senesinde Rusya'nın istilâsı sırasında yapılan mezâlim haberlerine İngiltere'de önceleri inanılmamıştı. Fakat bu husustaki şâhitlikler. çok arttığından artık şüpheye yer kalmamıştır. Rusya'nın vahşilerden fazla barbarlıklar ettiği, ingiltere'de halk nazarında da sâbit olmuştur. Rusya askerinin Dersaadet'e doğru hareketi sırasında insanlık aleyhine vuku bulan elem verici haller tasavvur hârici olup bunların çoğu matbuat vasıtasıyla neşr olunmuştur.
«Gurko ve Skobelef orduları, Balkanları geçip Rumeli sahralarına tecâvüz ettikleri sırada bir takım günahsız ahaliyi takip ederek zamanımızdaki muharebelerde emsali görülmemiş zulümlere giriştiler. Kış mevsiminde binlerce müslüman halk Bulgaristan'ın kuzeyinden hicret ederek Rumeli şehirlerine iltica eylemiştir. Sofya, Filibe, Edirne'de mümkün mertebe kaçırabildikleri ev eşyaları ile muhacirler toplanmış, iâne ile yaşıyorlardı. Kış sebebiyle ızdırapları kat kat artmıştır.


«Bin sekizyüz yetmiş sekiz Kânunusâni'sinde vuku bulan Rusya istilâsında pek çok acı hâdiseler meydana gelmiştir. Plevne ve Şıpka'nın zabtı üzerine Rumeli kıt'ası müdafaasız kaldığından, birkaç saat içinde binlerce müslüman ahali yurtlarını aniden terk etmek zorunda kalmışlardır, istilâcı askerlerin eline düşen zavallıların başına gelecek malûm olduğundan, ahali, hicret felâketini tercih ediyordu.

«Skobelef kumandasında bulunan süvariler Rodop dağları civarında Harmanlı'ya vardıklarında, birtakım çoluk çocuktan ibaret olan kafile üzerine top ateşi açarak, bîçâreleri Meriç nehrine atılmaya yahut karlı dağlara kaçmaya mecbur ettiler.

«Balkan'ın diğer taraflarından gelen muhacirler, Edirne vilâyeti muhacirleri ile birleşerek yüz binlerce ahâli kış kıyâmet arasında Dersaadet ve Adalar Denizi'ne doğru can atmışlardır. Yolda Kazak ve Bulgarların zulmünden kurtulanlar yine bahtiyar idi! Pek çok muhacirler sefâlete veya hastanelerde yataklara düşmüşlerdir.

«Rusyalıların ne derece bir kin ile muharebeye giriştikleri Ruscuk'un topa tutulması sırasında görülmüştür. Şöyle ki: Rusların Çorçova ve Islayozyad'a ta'biye eyledikleri bataryalardan atılan güllelerle, üze¬rinde Hilâl-i Ahmer işâreti bulunan hastane tahrip edilmiştir.

«Rusyalının bu hareketleri kendilerinden umulacak şeylerdi. Rusya matbuatı isyan ve ihtilâli teşvik etmekte idi. imparator nutuklarında, muharebeye, bir Ehl-i Salip muharebesi şeklini verip, Rus generalleri dahi müslümanları Avrupa kıtasından çıkarmak fikri ile her türlü mezâlime girişmişlerdir.

«Ruslar, Bulgaristan'a girince, Bulgarları isyan ve intikama davet ettiler. Müslümanların silâhları alınıp Bulgarlara verildi. Bulgarlar da bu silâhları kıtal için kullandılar. Kazaklar ve Rus askeri bu hususta Bulgarlara yardım etmişlerdir. Bu zulüm en çok, geride kalan âciz kadın ve çocuklara isâbet etti.
«Rus askerinin yanında Bulgarlardan tertip olunmuş bir fırka vardı. Bunlara (intikamcı) adı verilmişti. Yani bunlar müslümanlar aleyhinde her türlü mezâlim yapmaya hazır idiler. Bunlar tarafından köylerinin yakıldığını, mallarının yağma edildiğini ve dindaşlarının öldürüldüğünü gören müslümanlar, fevc fevc muhâceret etmişlerdir.

«Balkanların güneyinde dahi müellim vak'alar olmuştur. Gurko meşhur hücumu sırasında zabt ettiği yerlerdeki Bulgarları isyana davet ederek, müslümanlardan aldığı silâhları bunlara dağıtmış ve ehl-i İslâm üzerine saldırtmıştır. Bu süretle biçâre müslüman ahaliye, Rusya'nın himayesi ile her türlü müthiş mezâlim icra olunmuştur.

«Edirne'den 1877 senesi Ağustosunda yazılan hususi bir mektupta: «Bir sene evvel İngiltere'de heyecan uyandıran Bulgaristan karışıklığından daha şeni şeyler vuku bulduğu ve Rusyalıların istilâsı altında bulunan yerlerde katliam yapıldığı» bildirilmiştir.


«Deyli Nivs gazetesinin muhabiri Mösyö Erciyald Moris: «Bulgarların Temmuz ayında hicret eden müslüman köylüleri takip ederek rast gelen çoluk çocuğu öldürdüklerini» beyan etmiştir.

«Bu gibi şeyler Rusyalının şahâdeti ile de sabittir. Petersburg'da çıkan Resmî Gazete: «Bazı Bulgarlar intikam bahanesiyle pek çok mezâlime cür'et ettiklerinden tevkif edilmişlerdir. İşbu mezâlimden dolayı Bulgarların mes'ul olması lâzım gelir!...» demiştir.

«Taymis Gazetesi, Osmanlılar aleyhinde bulunduğu halde muhabirleri, Bulgarlar tarafından yapılan mezâlimi saklayamadılar.
«Rusyalılar bu şekilde Bulgarları müslümanlardan intikam almaya teşvik ettikden başka, müslümanların da bunun acısını çıkarmak isteyeceklerini düşünerek o hercümereten istifâde etmeyi kurmuşlardı.


«Taymis muhabirlerinin yazdıkları tamamen nakl olunamayacağından bazı fıkraları dere ile iktifa olunur. General Gurko ordugâhında bulunan muhabir: «Bu muharebe medeniyete yakışmıyor, müthiş kötülüklere sebep oluyor. Rusya askeri Osmanlıları muhakkak öldürmek gerektiği fikrindedir. Bulgarlar da ellerinden geldiği kadar katliâm ediyorlar.

«Rus kumandanlarından Lihnanşayn süvari olarak etrafı gözden geçirirken Bulgarların Osmanlı yaralılarını öldürdüklerini görmüştür. Biz de bir yerden geçerken Bulgarları, öldürdükleri müslümanları soyarken gördük. Bulgar kadınlarının Osmanlı esirlerini kati etmek üzere işaret vermeleri, insaf sahiplerinin nefretini celp etmiştir. Böyle katliâm ve yağma ile lekeli olan bir gurüha mert askerler tarafından teveccüh gösterilmesi câiz olur mu?» «Diye yazmıştır.

«Aynı gazetenin, Süleyman Paşa ordugâhında bulunan muhabiri ise şöyle yazmakta idi:

«Dünkü gün Süleyman Paşa, geçen hafta Bulgarlarla Kazakların eline düşmüş olan bir köyü görmemizi tavsiye etti. Bu köy Oflana ((Eflahanlı) olup, Hayın Boğazı ile Kızanlık arasında ve Rusya mevkiine yakın idi. Aslında köy hayli mamur olup mevcut hanelere nazaran üç yüz elli kadar nüfusu bulunurdu, iki üç gün önce öldürülen bir kadının na'şı halâ yatıyordu. Bir Osmanlı binbaşısı ile Deyli Telgraf gazetesinin muhabiri ve ben bu manzarayı dehşetle gördük. Bir kuyuda kadın ve çocuk cesetleri bulundu. Dönüşümüzde süngü yahut kılıç ile öldürülmüş yüzyirmi kişinin cesetlerini gördük! Bunların birçoğu ihtiyar idi. Muhâcirlerin söylediğine göre, on oniki gün önce Kazaklarla Bulgarlar bu köye gelerek katliâm, yağma ve diğer rezâletleri icra etmişler. Bu sebeple Süleyman Paşa ordusu ilerleyince Bulgarlar sürü ile dağlara ifrar etmişlerdir. Osmanlılar ise milli hislerinin heyecanı sırasında bile mutaassıpça hareketlerde bulunmayıp, Bulgarları lekeleyen vahşiliklere karşı merhamet ve insaniyeti asla terk etmemişlerdir...»

England gazetesinden buraya dere ve ilâve edilen izâhat, vatanımızın dûçar olduğu tahribâtın ve müslüman ahalinin düştüğü felâket ve belâların, Avrupa'ya varıncaya kadar kalplere dehşet saldığını anlatmaktadır.


Rusların takibinden kaçan yüz binlerce ahali, sel önündeki çerçöp gibi, imkân nereye müsait olursa o tarafa akıp gitmekte, ana baba evlâdını ve evlâd, ana babayı terk etmekte, o şiddetli kışta kırlarda karlar üstünde yatmakta idiler.

Her işin tedbirinde noksanlık yapıldığı gibi, şimendüferin muhâcirleri naklinde dahi pek çok hatalar oldu. Yol üzerinde tren ve lokomotif bulunmasının mahzurlu olduğu beyan edilerek Filibe'deki hasta askerlerin nakline katar göndermeyenler, muhacirlerle dolu katarları haftalarca yollarda tuttular. Bu yüzden de birçok kimsenin ölümüne sebep oldular.

Mütâreke ve müsâlahayı her ne suretle olursa olsun kararlaştırmak için Hariciye Nâzırı Server Paşa ile Nâmık Paşa, Kânunusâni'nin üçüncü günü Dersaadet'ten Kızanlık'a hususi tren ile hareket etmişlerdi. Bunlar muhacirlerin dehşet verici manzarasını görmemek için trende gizlenmeye mecbur olmuşlardır.

Kuleli istasyonunda duran katarlar güya, Lüieburgaz kasabasını düşman zapt etti, bahanesiyle taşıdıkları muhâcirleri Dedeağaç'a indirmek istiyorlardı. Muhâcirler ise «Bizi ne olursa olsun Dersadet'e götür» diye kondüktörü sıkıştırıyorlardı. Bu sırada murahhasların treni Kuleli'ye geldi. Felâkezedegânm ileri gelenleri bunlara müracaat ederek yardım istirham ettiler. Onlar da kondüktöre emir verdiler ve muhâcirlere «yirmidört saat etrafınızı gözetiniz!» dediler... Murahhaslar Sekban'a ve muhâcirlerin katarı Dersaadet cihetine hareket eyledi.

Murahhas paşalar, Sekban'dan öteye araba ile ve bin zahmet ve güçlükle Kızanlık'a varmış ve iki gün sonra da Grandük'le görüşebilmişlerdir.
Bunlar taşıdıkları memuriyeti beyan ederek, konuşmak ve mütâreke yapmak istemişler. Ancak neş'e-i zaferle sermest-i gurur bulunan Grandük «birkaç güne kadar Edirne'ye gideceğini, konuşmak için oraya gelmelerini» ifade etmiş. Bundan da birşey kazanılmamıştır!...

Moskof orduları her taraftan Edirne'yi kuşatmış, öncüleri ise, Dimetoka, Keşan, Tekfurdağı'na, bir taraftan da Çatalca'va erişmişlerdir. Bunlar, yollarda yetiştiklerini ve Bulgar ve Rum köylerinde geceleyen muhacirleri soyarak, vahşetle kati ettiler. Zaten yollarda bîtap kalan ve soğuktan donan; izdiham yüzünden ve vagonlardan dökülerek ölenler sayısızdı.

Dersaadet ahalisine son derece korku ve dehşet geldi. İktidarı olanlar Asya taraflarına ve Anadolu içerlerine nakil için Üsküdar, Çamlıca, İzmit ve civar kasabalarda kendilerine mesken hazırladılar. Bazıları da evlât ve ıyâlini İstanbul'dan çıkardılar. İşte bu buhranlar içinde, Edirne'de düşmanın arzu ettiği gibi, esas mütâreke kararlaştırılıp, resmen harbe son verildi.

Fakat Rus, Edirne'yi geçerek İstanbul üzerine yürümekten ve her çeşit fenalığı icra etmekten hiçbir vakit geri kalmadı. Hele Bulgar edepsizlerinin azgınlıkları her an artarak önleri alınmak imkânsız oldu.

Server Paşa'dan sonra onun yerine Hariciye Nazırı olan Safvet Paşa, kısa zamanda sulh şartlarını kararlaştırmak üzere Edirne'ye giderek General İgnatiyef ve diğer Rus murahhaslarıyla müzâkereye girişti.

Rusya Devleti, uzun zamandan beri gözettiği ve şimdi ele geçirdiği fırsattan, tamamiyle istifâde etmekten vazgeçemiyor, Devlet-i Aliyye'nin mahvına sebep olacak istekler ileri sürerek bunlarda ısrar eyliyordu.

Hal ve istikbal ise pek vahim görünüyor, devlete sahip çıkan da bulunmuyordu. Rusya'yı tehdit ederek, tekliflerini redde veya tâdile iktidarımız kalmadığından, düşman ise Çatalca istihkâmlarını da kolayca alıp geçerek Ayastafanos'a geldiğinden, Ayastafanos muâhedesi mecburen imza edildi. Asayişin tekrar kurulması ise çok müşküldü.

Rus'un Tuna'dan Ayastafonos'a kadar işgal altına aldığı memleketlerde tutulan müslüman ahalinin, gördüğü sayısız ezâ, cefa ve zulmün anlatılması bu risale ile mümkün olamaz. Olanlar yazıldığı zaman bu asrın medeniyet tarihi lekelenecektir!

Çünkü Cengiz Moğollarının, Timurlenk Tatarlarının hayâ eylediği habâset ve rezaleti Bulgarlar pervâsızca icra eylediler. Halbuki medenî devletler bunları görürken ses çıkarmıyor, medeniyet değil insaniyete bile yardımları görülmüyordu.

Rumeli'den boşanan yüz binlerce ahali, araba, hayvan, şimendüferle yahut yaya olarak gece ve gündüz demeyip İstanbul'a döküldüler. Son nefesteki canlarını emin diyar ve dertliler sığınağı olan Pâyitaht-ı Saltanata ve Dersaadet ahalisinin âğûş-u merhametlerine attılar.

Sirkeci mevkii, Ayasofya, Ahmediye, Yenicami, Nuruosmaniye ve diğer camii şeriflerle birçok mektep ve binaların avluları ve bütün meydanlar, mahşer alanından bir nümûne-i dehşet oldular.

Şimendüfer katarları tasavvur olunmaz bir halde geliyordu. Vagonların içi ve üstü, erkek kadın, kucak kucağa istif olmuş, yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insan kesilmiş idi. Soğuktan donarak düşenler istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların büyük kısmı açlıktan ve soğuktan telef oldular.

Allah'ın hikmeti, o günlerde şiddetli fırtınalar kar ve yağmurlar durmayıp devam ederek hep o biçârelerin üzerinden geçti.

Vagonlarda, öyle sıkışıklık ve ızdırap içinde loğusaların bulunması ise düşünceyi kan ağlatır. Bakılmadığından nice anneler ve mâsum yavruları telef olup gittiler... Gazabından Allah'a sığınırız! Müslümanlar üzerine belâ yağmakta ve her cihetten felâket akmakta idi!...

İstanbul ahalisinin zengini fakiri Sirkeci istasyonuna indiler. Yardım, merhamet ve şefkat göstererek âciz ve bîçâreleri evlerine aldılar; iltifat ve ikram eylediler. Çok zaman misafirlerini beslediler, muazzez tuttular.

İngilizlerin, Şelkat-i Osmânî Cemiyett ile Hilâl-i Ahmer heyeti tarafından muhacirler giydirilip doyuruldu.
Asâkir-i Milliye efrâdı —ki Dersaadet'in bütün müslüman ahalisinden teşkil olunmuştu— gece gündüz, yağmur kar demeyip, muhacirleri yerleştirmeye kendilerini vakf ettiler.

Ellerine dolu mendil almayan kibarzâdeler, hiç kimseyi ayırt etmeden ihtiyarları ve masumları, sırtlarıyla ve kucaklarıyla taşıdılar.
İşbu fedakârlıklar, İstanbul'un düşman atlarının ayakları altına düşmesine karşı, bir sedd-i manevî oldu.

Dedeağaç, Gelibolu, Tekfurdağı, Karaağaç vesair iskelelerden Anadolu, Mısır ve Arabistan'a vapurlarla muhacirler gitti. Her yerde bunların iskân ve iâşesine gayret olundu.

Ama ne çare, yollarda çekilen zahmet ve şiddetli soğuktan ve izdihamdan, humma ve tifo hastalıklarına tutularak ve pek tabii bakılamayarak binlerce aileler az zamanda mahv oldu. Kargaşalıkta zevç, zevcesini ve oğul, baba ve anasını kaybederek nice aileler perişan oldu. O sırada, Kıbrıs açığında bir de vapur ba-tıp dört yüz muhacir tamamen helâk olup gitti!.
Hülâsa, Rumeli kıta'sının hercümerci, dört asırdan beri emsâli görülmedik feci bir vak'a ve müthiş bir inkılâptır.
Bu felâket yüzünden Rumeli müslüman nüfusundan yarım milyon telefat ve malca milyonlarca lira zayiat verildiğini kayda lüzum bile yoktur!.
Bu felâketlere: «Herşeyi kadere yüklemek aczin alâmetidir» kaidesinde çâresiz takdir-i Rabbânî ve tecelliyât-ı Sübhânî deyip sözü kesmekle beraber hüküm vermeyi, yukarıdan beri dere olunan vukuatı mütalea buyuran insaf ve dikkat sahiplerinin mahkeme-i vicdanlarına havale ederek sözümü bitiririm.

Ey Rabbimiz, şüphesiz senden başka tanrı yok! Seni teşbih ederiz; elbette biz zalimlik ettik...

Ey halleri ve hareketleri değiştiren sahibimiz! Hâlimizi en güzel hâle çevir, son nefesimizde kelime-i tevhid nasib eyle... Âmin. âmin yâ Mu'in.
Report Spam   Logged
Pages: [1]   Go Up
  Print  
 
Jump to:  

Powered by EzPortal
Bookmark this site! | Upgrade This Forum
Free SMF Hosting - Create your own Forum

Powered by SMF | SMF © 2016, Simple Machines
Privacy Policy