Serbest Forum
March 28, 2024, 12:45:49 pm
Welcome, Guest. Please login or register.

Login with username, password and session length
 
  Home Help Gallery Staff List Login Register  

Doğru Mesaj Budur!

Pages: [1]   Go Down
  Print  
Author Topic: Doğru Mesaj Budur!  (Read 2855 times)
0 Members and 1 Guest are viewing this topic.
Mod_1
Guest
« on: April 22, 2010, 02:22:12 pm »


 Beş yaşında idim.
 Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu.
 Bir tane yere düştü..
 Babaannem eğildi,
 aramaya başladı.
 Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu .
 Çocukluk iste,
 
 -Aman babaanne dedim.
 - Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi?
 Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.
 -Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun, ' dedi.
 - Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?'
 Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

 
 Aradan yıllar geçti.
 Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
 Alain'in proposlarini okuyorum..
 Birden irkildim.
 Babaannemi hatırladım.
 Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa
 karşı ihanet etmiş olur diyordu.
 İlave ediyordu.
 Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alın
 teri, göz nuru, el emeği vardır diyordu..
 
 On dokuz yıl evveldi.
 Stockholm'e gitmiştim. Bir otele indim.
 Geceydi. Sabahleyin, traş olmak i çin
 lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
 'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın,
 yanda bir kutu var oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç
 çelik sanayisine yardımcı olun' diyordu.
 Doğrusu hayretler içinde kaldım.
 Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir.
 Birçok eşya üzerinde' İsveç çeliğinden yapılmıştır' diye yazardı.
 İste o ülke, kullanılmış bir tek ufacık
 jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor,
 gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.
 
 İsviçre'de zaman zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur.
 'Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek.
 Siz lütfen hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete varsa,
 kâğıt, ambalaj, kutu varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa,
 kapının önüne koyun. İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla
 ağaç ziyanına engel olun.'
 
 Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı yasayan insanlardır.
 Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş,
hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir..
 Böyleleriyle; evini mezat salonuna çevirmiş zavallı, diye eğlenirler.
 Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
 Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor.
 Zamanın başbakanı meclisi toplar.
 Kürsüye çıkar.
 Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;
 
 -Şu andan itibaren der,
 
 -Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden,
pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.
 -Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
 Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır.
 Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumun
 bütün kesimlerini, tek istisna olmadan
 kapsadığını söylemeye gerek yok.
 Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.
 Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak...
 
 
 *Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakta,
gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla,
 yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?
 
 *Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür.
Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki,
İlk okul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.
 
 Bir mıh bir nalı kurtarır.
 Bir nal bir atı, bir at bir komutanı,
 Bir komutan bir orduyu,
 Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..
 
 Maddi durumumuz ne olursa olsun,
 ister zengin olalım ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
 Burada parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.



Sanırım ' forward ' edilmesi gereken bir mesaj varsa o da budur...
Report Spam   Logged

Share on Facebook Share on Twitter

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #1 on: October 05, 2010, 12:22:50 pm »

Her şey bir cumartesi başladı. Uykusuz ve yorgun bir gecenin sabahı duyduğum bir tıkırtı ile uyandım. Sabahın bu vaktinde top atılsa uyanmayacak kadar derin uykudayken böylesi küçük seste nasıl uyandığımın şaşkınlığındaydım. Birkaç dakika sessizliği dinledim, ardından yine o tıkırtı! Etrafa baktım kimse yoktu. Sonra yine aynı ses! Birden gözüm cama takıldı. Yatağımın hemen yanındaki pencerede tül perdenin ardında bir gölge olduğunu farkettim. Biraz ürkerek; ama daha çok merakla hızla açtım perdeyi.


Gördüğüm şey beni şaşırtmaya yetmişti: küçük bir kuş! Perdeyi açtığımda kaçmamıştı. Sarı minik bir gagası, simsiyah tüyleri ve en az tüyleri kadar siyah gözleri var. Gözlerimin içine baktığını hissediyorum. Minik adımlarıyla pencereye yaklaştı. Aç veya üşümüş olabileceğini düşündüm. Koşarak mutfaktan bir parça ekmek getirdim, ufaladım yemedi. İçeri girmek istediğini düşündüm, camdan uzaklaştım ama onunda adımları geri geri gitti. Çok fazla uykum vardı ve soğuk hava beni üşütmüştü. Camı kapatıp uyumaya devam ettim. Gözlerimi yeniden açtığımda hava yarı kararmıştı. Ve ben ter içindeydim. Hızla yataktan kalktım. Yastığım göz yaşlarımla sırılsıklam olmuştu. Neden ağladığımı bilmiyordum ve rüyamda ne gördüğümü hatırlamıyordum. Ani bir hareketle camı yeniden açtım. Birkaç siyah tüyden başka bir şey yoktu. Birkaç gün sonra olanları unuttum ve uzun bir süre hatırlamadım. Ta ki o cumartesiye kadar...

O cumartesi evden çıktığımda hava oldukça soğuktu. Atkımla yüzümü gözlerime kadar sarmıştım ki sokaktaki hemen hemen herkes benim gibiydi. Yolsa yürürken hep önüme bakar kimseyle göz göze gelmekten pek hoşlanmam; ancak nasıl oldu bilmiyorum ama karşıdan gelen adamla göz göze geldim. Yüzü atkısının ardında görünmese de gözleri oldukça tanıdık gelmişti. İkimizde durduk. O "merhaba" dedi. Sesini duyar duymaz tanıdım. İlkokulda hiç ayrılmadığım yıllardır görmediğim bir arkadaşımdı. Ayak üstü konuşmaya başladık. Gözümün önünde çocukluğum canlanmıştı. Aklıma birden çocukluk aşkım olan daha sonraları da birkaç defa karşılaştığımız ve çocukluk günlerimizi gülümseyerek andığımız bir arkadaşım geldi. Başka bir şehre taşındıkları için uzun süredir görmüyordum onu. Daha ismimi söyler söylemez arkadaşımın gözlerinin dolduğunu farkettim. Anlamıştım. İnanamadım önce, yanlış duymuş olabileceğimi düşünüp defalarca tekrar ettim. O ölmüş müydü dakikalarca sessiz kaldım ancak gözlerimden yaşlar boşalmaya başladığında bir..................önce o cumartesi rüyamı ani bir şekilde hatırladım. Rüyamda gördüğüm oydu! Yine aynı sırada oturuyorduk. Yine dünyalara değişemeyeceğim gülümsemesiyle bana bakıyordu ve küçük siyah bir kuş olup; uçtu gitti...!



(alıntıdır)
Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #2 on: October 06, 2010, 09:06:22 am »

Hz. Abbas (ra) çok zengin ve çok cömertti. Cömertliği dillere destan olmuştu.
Bir gün sordular:

Ya Abbas, cömertlikte seni geçen oldu mu?

Abbas (ra) evet dedi, bir köle…

Nasıl olur ya Abbas, bir köle nasıl senden daha cömert olur?

Abbas (ra) gülümseyerek baktı ve anlatayım dedi. Bir gün medine'de hurma bahçeleri arasında dolaşıyordum. Bir köle yol kenarındaki hurma bahçesinde çalışıyordu. Bir süre onun çalışmasını izledim.. Öğle vaktiydi Köle çalışmasını bırakıp ekmek çıkınını açtı. Yemek yiyecekti, bu bir somun ekmekten ibaretti. Tam ekmeği ısıracakken açlıktan perişan hale gelmiş bir köpek belirdi. Çaresiz bir şekilde kölenin elindeki ekmeğe bakıp kuyruk sallıyor ve acıklı sesler çıkararak ekmeği istiyordu. Belli ki çok açtı.


Köle bir ekmeğe baktı, bir köpeğe ve tuttu ekmeğin yarısını köpeğe attı. Köpek havada kaptığı ekmeği adeta çiğnemeden yuttu ve gene dikildi kölenin karşısına. Köle hiç tereddüt etmeden kalan ekmeği de köpeğe verdi. Sonra halinden memnun yüzünde tatlı bir tebessümle çalışmaya koyuldu.

 

Bu hal bana çok tesir etmişti. O zamana kadar benim farkımda olmayan kölenin yanına
gittim ve selam verdim, selamımı aldı ve gülümseyerek buyurun dedi. Bir şey mi vardı?

Biraz evvel yaşananları hatırlattım kendisine. Gülümseyerek biraz mahçup ne yapayım baktım hayvan benden aç bende ekmeğimi ona verdim dedi.

Peki dedim, senin yiyecek başka bir şeyin var mı?

Yok dedi.

Bu bahçenin sahibi kim dedim, bir isim söyledi. Tanıyordum, gittim bahçe sahibini buldum. Selam verip yanına oturdum. Hoşbeşten sonra konuyu bahçesine getirdim..

Bahçeyi satar mısın dedim, satarım dedi.

Köleyi de isterim dedim ona da peki dedi.

Kölenin ve bahçenin fiyatında anlaştık. Parayı verip bahçenin yolunu tuttum. Kölenin yanına gittim. Durumu anlattım ve seni azad ediyorum ve bu bahçeyi de sana hediye ediyorum dedim. Köle çok sevindi ve bana hayır dualar etti ve cömertliğimi övdü. Ona hayır dedim, sen benden daha cömertsin çünkü ben sana malımın çok küçük bir kısmını verdim.sen ise sana ait olan malının hepsini o köpeğe verdin. Sen benden daha cömertsin ve Allah sana bu cömertliğine mükafat olarak hem özgürlüğünü hem bu bahçeyi verdi beni aracı olarak
kullandı dedim.

 

İşte dostlar o köle benden daha cömertti, diye sözlerini bitirdi Hz. Abbas (ra)..

Bu kıssa'dan alınacak hisse çok elbette..

Biri şu ki; yapılan iyilikler mutlaka bize katlanarak geri döner, tabi
kötülükler de.

Bir de cömertlik bizzat, Rahmanurrahim olan Rabbimiz tarafından ödüllendirilir hem de bire bin. Evet, yanlış duymadınız (veya okumadınız) kesinlikle bire bin.. Bana mallarınızı ödünç verin diyor Rabbimiz. Tevazu gösterip zaten kendisinin olan malları, yine kendisinin olan
kullarından "ödünç" istiyor. Karşılığında cennet var diyor. Hem bu dünyada verdiklerinin
karşılığını bire bin alacaksın, hem ebedi alemde cennet gibi bir ücret veriliyor.

Ey, verecek bir şeyleri olanlar.. Verilmez mi ?

Yok demeyin.
Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #3 on: October 07, 2010, 11:18:22 am »

Yolu camiye düşen Bektaşi namazdan sonra:

- Ey ulu tanrım, bana bol bol şarap ver. Diye dua etmiş.

Yanında namazı bitiren kişi de ellerini kaldırmış:

- Rabbim bana iman ver. Diye dua etmiş.

İki duayı da işiten hoca Bektaşi'ye dönmüş:

- Bak herkes iman istiyor tanrıdan sen de şarap istiyorsun. Utanmıyor musun? demiş.

Bunun üzerine Bektaşi hocaya dönüp:

- Ne yapalım hoca efendi herkes kendisinde olmayanı ister. Demiş.




* * *



1960"lı yıllar,Elazığ Akıl hastanesinden deliler kaçar,Elazığın cadde ve sokaklarına dağılır.

423 deli kaçmıştır.

O zamanın ünlü doktoru Mutemet Bey hastanenin baş hekimidir.

Doktor bey ne yapalım derler.

Mutemet Bey bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin der.

Doktor önde birkaç personeli arkasında tren-tren oynayarak Elazığı dolaşır.

Bütün deliler bu kuyruğa girer vagon olur.

Hastaneye geldiklerinde sayı 612 kişidir.
Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #4 on: October 09, 2010, 04:57:33 am »

Abdullah Gül, Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturunca, bürokratları çağırmış ve 'Bana, ülkelerin dış politika anlayışları hakkında bir rapor hazırlayın' demiş. İki gün sonra bir dosya getirmişler önüne.

Bakmış, içinde tek bir yaprak ve üzerinde 10-15 satır yazı. Şaşırmış önce ve 'Bu ne?' der gibi dudaklarını büzmüş, sonra okumuş.

'Suudi Arabistan'ın Riyad şehrinde, farklı ülkelerden gelen bir turist grubu, bir dinlenme yerine giderek buz gibi kola ısmarlamışlar.


Kolalar gelince bardaklarında birer karasinek olduğunu fark etmişler.

İNGİLİZ, başka bir bardakta yeni bir kola istemiş.

İSVEÇLİ, aynı bardakta yeni bir kola istemiş .

FİNLANDİYALI, sineği bardaktan çıkardıktan sonra kolayı içmiş .

RUS , kolayı sinekle birlikte içmiş .
ÇİNLİ, sineği yemiş, kolayı içmemiş .

YAHUDİ, sineği yakalayıp Çinli'ye satmış .

JAPON, değerlendirilmek üzere, sineği Tokyo'ya göndermiş.

YUNANLI, kolanın yarısını içtikten sonra itiraz ederek yeni bir kola istemiş.
NORVEÇLİ, kolayı içtikten sonra bardaktaki sineği balık yemi olarak kullanmış .

İRLANDALI, sineği ezip kolayla karıştırmış ve İngiliz'e içirmiş.

AMERİKALI, 5 milyon dolarlık tazminat davası açmış.

Arabistan hükümeti, özür dileyerek, 10 milyon dolar tazminat ödemiş.

Bakan, bıyık altından gülerek rapordan hoşlandığını belirtmiş. 'İyi, güzel de, bu turist grubunun içinde bizden biri yok muymuş?' diye sormadan edememiş.

'Varmış efendim' diye cevaplandırmışlar. Bakan devam etmiş, 'Peki, o zaman, O ne yapmış?'.

Bürokratlar biri birinin yüzlerine bakmışlar. İçlerinde en tecrübeli olanı, bir adım öne çıkıp, cevap vermiş ,

'TÜRK, olayı şiddetle kınamış.'

Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #5 on: October 10, 2010, 03:48:27 pm »


Ateist bir adam bir gün ormanda geziyor ve etrafındaki güzelliklere bakıyormuş. Evrim ne güzellikler yaratıyor!` diye düşünüp mest oluyormuş. Birden arkasında kocaman bir ayı belirmiş ve onu kovalamaya başlamış. Adam bütün gücüyle kaçıyormuş ama her arkasına bakışta ayının daha yaklaşmış olduğunu fark ediyormuş.
Dakikalarca süren bir kaçışın sonunda adamın ayağı yerdeki  dala takılmış ve düşmüş; ayı adamın üzerine atlamış, pençesini kaldırmış. Tam vurmaya hazırlanırken adam `TANRIM!!!`diye bağırmış. Bir anda zaman durmuş, ayı donmuş, ormandaki nehir bile akmaz olmuş. Bir anda orman kararmış ve gökyüzünden bir ışık huzmesi adamın üzerine parlamış.

 
Çok derinden gelen ilahi bir ses adama:`Yıllarca bana inanmadın, yaradılışı kozmik bir kazaya bağladın, sana bu durumda yardım etmemi mi istiyorsun? Seni sevgili bir kulum mu saymalıyım?` demiş.Adam utanç içinde: `Biliyorum bunca yıldan sonra dindar biri olmayı istemem haksızlık, ama belki AYIYI dindar yapabilirsiniz.` demiş.Ses: `Peki.` diye karşılık vermiş ve ışık kaybolmuş. Nehir tekrar akmaya başlamış. Her şey eski haline dönmüş.
 
Ayı pençesini indirmiş,iki pençesini de göğe doğru çevirmiş,ve konuşmaya başlamış: `ALLAHIM, senin rızkınla orucumu açıyorum, hamdolsun verdiğin nimetlere.`



ALLAH’ım!
 
Benliğimin yaktığı ateşte yakma beni!
Beni nefsime kul etme, kul et nefsimi Sana!
Bir lahza dahi bana bırakma beni!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana.
Bilmediğimi bildir, görmediğimi göster!
 
Sen bildirmezsen bilemem, göremem göstermezsen
Gönlüme huzur,gözlerime nur, dizime derman ver!
Sen “OL” deyince olur, olmaz “OL” demezsen.
Canana can, cana canan, kalbe ferman ver!
Al işte ellerim, uzattım sana!
Ne olur, ne olur bırakma beni bana!
Sen bana yetersin, yetmem ben bana!
ALLAH’ım, ellerimi bırakma!
ALLAH’ım!
Bırakma bizi
Tut elimizi!
Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #6 on: October 19, 2010, 10:54:35 am »


1.Hikâye :: Kavak Ağacı ile Kabak

Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?
-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.
-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!
-Doğru, demiş kavak.
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
-Neler oluyor bana ağaç?
-Ölüyorsun, demiş kavak.
-Niçin?
-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
 
1.Ders: Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır.
 

2. Hikâye :: En iyi Buğday

Her yıl yapılan 'en iyi buğday' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi:
-Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi.
-Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda,
-Neden olmasın, dedi çiftçi.
-Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.
 
2. Ders: Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.
 
 
3. Hikâye :: Geleceğini biliyordum…

Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti,
-Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Büyük bir ihtimalle ölmüştür. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.
Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. İnanılması güç bir mucize gerçekleşti, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. Siperdeki diğer arkadaşı;
-Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın.
-Değdi, dedi, gözleri dolarak, -değdi…
-Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?
-Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim içim.
Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı:
-Geleceğini biliyordum… Geleceğini biliyordum…
 
3. Ders: Güven vermek önemlidir. Güven duymak önemlidir. Duyulan güveni boşa çıkarmamak daha da önemlidir.

   
"Her sabah Afrika'da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.
Her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır.
Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur." (Afrika Atasözü)
Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #7 on: October 19, 2010, 10:57:56 am »

JOHN HOPKINS HASTANESİ'NDEN


1) Herkesin vücudunda kanser hücreleri vardır. Bu kanser hücreleri birkaç milyara kadar çoğalmadıkça standart testlerde görülmezler. Doktorlar kanser hastalarına tedaviden sonra vücutlarında artık kanser hücresi kalmadığını söyledikleri zaman, bu yalnızca kanser hücrelerinin testlerle saptanamayacak düzeyde olduğu anlamına gelir. 2) Bir kişinin hayatı boyunca 6 ile 10 kez kanser hücreleri oluşabilir. 3) Kişinin bağışıklık sistemi güçlü olduğu zaman kanser hücreleri yok edilir ve çoğalarak tümör oluşturmalarına engel olunur. 4) Bir kişide kanser olması, o kişide çoklu beslenme eksikliği olduğuna işaret eder. Bunlar genetik, çevresel, beslenme ve yaşam tarzı faktörlerine bağlı olabilir. 5) Çoklu beslenme eksiklini yenebilmek için diyeti değiştirmek ve ek takviye almak bağışıklık sistemini güçlendirir. 6) Kemoterapi hem hızlı çoğalan kanser hücrelerini, hem de kemik iliğinde, sindirim sisteminde v.s.'deki hızlı büyüyen sağlıklı hücreleri yok eder ve karaciğer, böbrekler, kalp, akciğerler v.s.'de organ tahribatına yol açar. 7) Radyasyon kanser hücrelerini yok ederken; sağlıklı hücre, doku ve organları da yakar, yaralar ve zarar verir. Cool Kemoterapi ve radyasyon başlangıçta tümörün küçülmesine yol açar. Kemoterapi ve radyasyon tedavisinin uzaması tümörün daha fazla yok olmasına yol açmaz. 9) Kemoterapi ve radyasyondan dolayı vücut çok fazla toksin yüklenmesine maruz kalınca, bağışıklık sistemi ya tehlikeye düşer, ya da yıkılır; dolayısıyla kişi çeşitli enfeksiyonlara ve komplikasyonlara yenik düşer. 10) Kemoterapi ve radyasyon kanser hücrelerinde mutasyona neden olabilir ve dirençlerinin artarak yok edilmelerini zorlaştırabilir. Cerrahi işlem de kanser hücrelerinin başka taraflara atlamasına neden olabilir. 11) Kanser hücreleri ile savaşmakta etkili bir yöntem ise onları çoğalmak için ihtiyaçları olan gıdalardan yoksun ve aç bırakmaktır. KANSER HÜCRELERİ AŞAĞIDAKİLERLE BESLENİRLER: a- Şeker kanser besleyicidir. Şekeri kesilerek kanser hücrelerinin önemli bir gıdası kesilmiş olur. NutraSweet, Equal, Spoonful v.s. gibi tatlandırıcılar zararlı olan Aspartam ile yapılırlar. Daha iyi bir tatlandırıcı Manuka balı veya molastır, ama az miktarda alınmalıdırlar. Sofra tuzunda beyazlatıcı olarak kimyasallar bulunmaktadır. Daha iyi bir seçenek Bragg'in aminosu veya deniz tuzudur. b- Süt vücudun, özellikle sindirim sisteminde, mukus üretmesine neden olur. Kanser mukusla beslenir. Süt yerine tatlandırılmamış soya sütü tüketilerek kanser hücreleri aç bırakılabilir. c- Kanser hücreleri asit ortamda gelişirler. Et temelli diyet asittir ve sığır eti veya domuz eti yerine bol balık ve az tavuk eti yemek en iyisidir. Ette, özellikle kanserli kişilere zararı olan, canlı hayvan antibiyotikleri, büyüme hormonları ve parazitleri bulunur. d- %80 taze sebze ve meyve suyu, kepekli tahıllar, tohumlar, nohutgiller ve biraz meyveden oluşan bir diyet vücudu bazik (alkali) ortamda tutar. %20 de fasulye içeren pişmiş gıdalardan oluşabilir. Taze sebze suları kolayca emilip 15 dakika içinde hücre düzeyine ulaşabilen ve sağlıklı hücreleri besleyen ve çoğalmalarını hızlandıran canlı enzimler içerirler. Sağlıklı hücre üretimi için gerekli olan canlı enzimlerin sağlanması amacıyla, taze sebze (sebzelerin çoğunluğu ve fasulye filizi) yiyin veya suyunu için ve günde 2-3 kez çiğ sebze yiyin. Enzimler 40o C'de yok olurlar. e- Yüksek kafein içerikli kahve, çay ve çikolatadan uzak durun. Yeşil çay daha iyi bir seçenektir ve kanserle savaşan özellikleri vardır. Bilinen toksinler ve ağır metaller içeren musluk suyu yerine arıtılmış veya filtrelenmiş su içiniz. Damıtılmış su asittir, kaçınılmalıdır. 12) Et proteininin sindirimi zordur ve çok sindirim enzimi ister. Bağırsaklarda duran sindirilmemiş et çürür ve daha çok toksin birikimine neden olur. 13) Kanser hücrelerinin duvarları sert protein ile kaplıdır. Et yemekten kaçınarak veya azaltarak, kanser hücrelerinin protein duvarlarına saldıran enzimler daha çok açığa çıkar ve vücudun öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmelerini sağlar. 14) Bazı destek maddeleri (IP6, Flor-ssence, Essiac, anti-oksidanlar, vitaminler, mineraller, EFA'lar v.s..) bağışıklık sistemini güçlendirerek, vücudun kendi öldürücü hücrelerinin kanser hücrelerini yok etmesine yardımcı olur. E vitamini gibi diğer destek maddelerinin de, vücudun hasarlı, istenmeyen veya ihtiyaç olmayan hücrelerin atılmasının normal yolu olan, apoptoziz veya programlanmış hücre ölümüne yardımcı olduğu bilinmektedir. 15) Kanser zihinsel, bedeni ve ruhsal bir hastalıktır. Öngörülü ve olumlu bir ruh kanser savaşçısını muzaffer yapar. Öfke, affetmezlik ve acı bedeni stresli ve asitli bir ortama sokar. Seven ve affeden bir ruha sahip olmayı öğrenin. Sakin olmayı ve hayatın tadını çıkarmayı öğrenin. 16) Kanser hücreleri oksijenli ortamda gelişemezler. Günlük egzersizler ve derin nefes alma hücre düzeyine kadar daha fazla oksijen alınmasına yardımcı olur. Oksijen terapisi kanser hücrelerini yok etmek için diğer bir yöntemdir. JOHN HOPKINS HASTANESİ'NDEN KANSER GÜNCELLEMESİ 1) Mikrodalga fırına plastik kap koymayınız. 2) Dondurucuya su şişesi koymayınız. 3) Mikro dalga fırınına plastik ambalaj koymayınız. 4) John Hopkins Hastanesi bunu yakın bir zamanda bülteninde yayınlamıştır. Bu bilgi Walter Reed Ordu Tıp Merkezi tarafından da yayınlanmaktadı r. Dioksin kimyasalları kansere, özellikle de göğüs kanserine, neden olmaktadır. Dioksinler vücudumuzun hücreleri için son derece zehirlidir. Plastik şişelerdeki suyu dondurmayınız, çünkü bu plastiğin içindeki dioksinin salınmasına neden olur.
Castle Hastanesi Sağlıklılık Programı Yöneticisi Dr. Edward Fujimoto bu sağlık tehdidini anlatmak için yakınlarda bir televizyon programına çıktı. Dioksinleri ve bizim için ne kadar kötü olduklarını anlattı. Plastik kaplar içindeki yiyeceklerimizi mikrodalgaya koyarak ısıtma ve pişirmenin ne kadar vahim sonuçlara sebebiyet verdiğini anlattı. Lütfen bu makaleyi hayatınızda sizin için önemli olan herkese gönderin.
Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #8 on: October 19, 2010, 11:23:49 am »


Tavuk, çayırda otlayan ineğe gitmiş: “Merhaba inek hanım!” İnek, tavuğun kendisine, merhaba demesini yadırgamış:
“Hayrola?”
“Size, ortaklık teklif etsem, ne dersiniz?”
İnek, ne kadar inek olsa da, bir işi reddedecek kadar inek olmadığından, inekleşmemiş:
“Söyle bakalım, ne iş bu?”
“Sizinle sucuklu yumurta yapalım, insanlar sucuklu yumurtaya bayılır!”
 İneğin aklı yatmış, tavuk ortaklık şartlarını sıralamış:
“Bana münasip bir yerde folluk gösterin, gidip yumurtalarımı folluğa doldurayım!”
Birkaç gün sonra, tavuk, bir küfe yumurtayla çıkagelmiş, inek memnun, yalnız tavuğun yanındaki eli bıçaklı adamı gözü tutmamış:
“Ortak, bu adam kim?
“Kasap, sucuklu yumurta için… Sizi kesecek, sucuk yapacak, benim de yumurtalarım var, ortaklık tamam!”
İnek ayılır gibi olmuş:
“Bu ortaklık benim canıma mal olacak galiba!”
“Maalesef inek hazretleri, amacımız, insanlara bol, lezzetli ve şişmanlatmayan sucuklu yumurta yedirmek, değim mi? Hadi, lütfen kendinizi sayın kasaba teslim ediniz!”

Şimdi buna, kalkınmış ülkelerle, kalkınmamış ülkeler arasında, ekonomik işbirliği anlaşması diyebilir misiniz?

***

“Cambaz”ın değişik anlamı vardır, at üstünde, tel üstünde gösteri yapanlara da cambaz denir, özellikle hayvan pazarlarındaki pazarlıkçılara da cambaz, denir.
Cambazın biri, eşeği yularından çekip gelmiş, bir cambaz yanaşmış:
“Kaça bu eşek?”
“Bin lira!”
“Aldım gitti, ver elini helalleşelim!”
Birkaç kişi alıcının kulağına fısıldamış:
“Yahu görmüyor musun, bu eşek topal; onun için ucuza verdi!”
“O eşek topal değil, tırnağının arasına taş kaçmış, topal sanıp ucuza elden çıkarmağa bakıyor!”
Eşeği satana koşmuşlar:
“Yahu bu topal değilmiş, tırnağına taş kaçmış!”
Satıcı gülmüş:
“Eşek topal olmasına topal da, öyle sansınlar diye taşı tırnağına ben koydum!”
Alıcıya koşmuşlar:
“Yahu bu eşek gerçekten topalmış, taşı o koymuş. Seni de kandırdı, parayı aldı!”
Alıcı dövünmeğe başlamış:
“Vay namussuz; eğer verdiğim para sahte olmasaydı, beni kazıklayacaktı!”

Bunun adına serbest piyasa da “alışveriş” diyorlar mı?

***

Aslan, eşek ve tilki ava çıkmışlar; bir geyiği vurup gelmişler. Aslan emretmiş:
“Şunu pay edin!”
Eşek avı üç eşit parçaya bölmüş, herkesin payını vermiş; ama aslan beğenmemiş:
“Hani benim aslan payım!”
Eşek, eşekliğinden olacak anlamamış:
“Ne demek aslan payı!”
Aslan bir pençede eşeği parçalamış, sonra, tilkiye dönmüş:
“Hadi, sen pay et!”
“Efendim sizin olduğunuz yerde pay etmek ne demek? Hepsi sizin, buyurun afiyetle yiyin!”
Aslan hayretle sormuş:
“Sen bunu kimden öğrendin?”
Tilki cansız yatan eşeği göstermiş:

“Adına da sosyal adalet diyorlar…”
Report Spam   Logged

OTTOMAN
Hero Member
*****

Karma: +0/-1
Posts: 978



« Reply #9 on: October 31, 2010, 03:52:34 pm »

Avrupanın 10 büyük yalanı

Cemil Meriç, “Kartaca’nın tarihini Roma’dan dinledik” diye yazmıştı. Roma karşısında mağlup olan ve bütün izleri silinen bu Afrikalı devlet, tarihini anlatacak bir Kartacalı çıkıncaya kadar sessizliğini koruyacak muhtemelen. Avrupa’nın Kartaca’sı olan Osmanlı tarihini de Avrupa merkezli bir bakışla okuyup okutmuyor muyuz? Biz de Osmanlı’nın tarihini Avrupa’dan dinleyenler safında değil miyiz? Osmanlı tarihini ‘Viyana’ya gittik, Viyana’dan döndük’ şablonuna sıkıştırarak anlatma hastalığımızdan belli değil mi bu? Niye Tebriz’e, Aden’e, dünyanın bir ucundaki Hindistan’ın Goa limanına kadar gittik demiyoruz da, Viyana’ya gitmeyi bu kadar önemsiyoruz? Üstelik Viyana’nın İstanbul’dan mesafesinin sadece 956 kilometre olduğunu bile bile söylüyoruz bunları (oysa Osmanlıların fethettikleri Bağdat’ın İstanbul’a olan mesafesi 1,334, Kirmanşah’ınki ise 1,579 kilometredir). Daha Yemen’i dâhil etmiyorum listeye, çünkü ölçüm aletlerimizi maazallah patlatabilir.

Tarihimizle ilgili bilgilerimizde Avrupa bu denli sabit, değişmez bir ölçü ise, bizzat Avrupa tarihiyle ilgili bilgilerimizde bu haydi haydi böyledir. Bu yazıda Avrupa’nın kendisi hakkında uydurduğu, sonra da beyinlerimize yerleştirdiği 10 yalana eğilecek ve onların gözlerimize serap serpen kuyu başlarında beliren saflığımıza beraberce güleceğiz. Buyurun.

1) Yunan mucizesi yalanı

Antik Yunanlıların insanlık tarihinde eşsiz bir mucize gerçekleştirdikleri tezi, kendi karanlık dünyasına fener tutmak için çırpınan Avrupalı aydınlar için afyon etkisi yapmış ve bu efsaneye can simidi gibi yapışmışlardır. Neden? Çünkü Rönesans yıllarında Avrupalılar ele gelir neleri varsa bunları Müslümanlardan aldıklarını biliyor ve Müslümanlar karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için onların haricinde bir tutamak arıyorlardı.

İşte sözde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastalığa bir tür sahte deva olarak sunulmuştu. Nitekim bu tez, hiçbir işe yaramadıysa bile Yunan halkının Osmanlı bünyesinden koparılması için Avrupa çapında bir heyecan dalgasına yol açtı ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Oysa ne o gün Yunanistan’da yaşayanlar Eflatun ve Aristo’nun torunlarıydı, ne de ortada herhangi bir mucize vardı. Üstelik Martin Bernal’in “Black Athena” adlı 4 ciltlik çalışmasında yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, “Yunan mucizesi” diye bilinen uygarlığı kuranlar Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yani Fenikeliler ve Mısırlılar! Velhasıl Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin icad ettikleri bir yalanı pazarlama çabasından başka bir şey değildi.

2) Magna Carta yalanı

Hangi aklıevvelin kitabını açsanız, dünyada demokrasinin ve anayasa hukukunun başlangıcı olarak İngiltere Kralı I. John’un yetkilerini kısıtlayan Magna Carta adlı belgeyi önünüze sürerler. ‘Adamlar daha Selçuklular devrinde demokrasinin temellerini atmışlar kardeşim’ yollu konuşmalara siz de sık sık rastlamış olmalısınız. Oysa çok özel bir durumdan neşet eden bu belgenin o günkü İngiltere tarihi için dahi “gerici” bir belge olduğunu bilmek önemlidir. Bakın neden?

Bir kere 1215 yılında imzalandığı bilinen Magna Carta’nın kral tarafından imzalanan orijinali değil de, kopyaları elimizdedir. İkincisi, bu belge ilerici değil, düpedüz gerici bir belgedir, çünkü Kral, feodal beylere, baronlara yeni vergiler yüklemek istiyor ve merkezî hükümetin gelirlerini artırmaya uğraşıyordu; baronlar ise tam tersine, eski düzendeki vergilerin aynen devamı için bastırıyorlardı. İşte krala imzalatılan belge, feodal ayrıcalıkların yeniden tanınmasını getiriyordu, kaldırılmasını değil. Yani ileriye gidişi değil, eskiye dönüşü amaçlıyordu.

Ancak tarihte yapılan bazı hareketlerin amaçlanmamış sonuçlar doğurması nadir rastlanan bir durum değildir. İşte Magna Carta’yı imzalatanların başına gelen de bu oldu. Onlar feodal sisteme dönülmesi için uğraş verirken, sonraki kralların, çözümü feodal düzenin dışında aramalarına yol açmış, böylece tahkim edeyim derken feodal düzenin yıkılmasını kolaylaştırmışlardı. Bu sebepledir ki, Kral I. John üzerinde uzmanlaşan Johns Hopkins Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Sidney Painter, açıkça “Magna Carta’da demokrasi yoktur” diyebilmektedir. Çünkü bu belge, İngiliz feodalizminin resmi beyanlarından biridir sadece. Painter’ın altını çizdiği bir başka husus ise bu feodal geleneğin modern demokrasilerimizde yaşamaya devam ettiğidir! (1808 Sened-i İttifak’ını Magna Carta’nın geç bir yansıması olarak gösterenlerin ‘gözüne gözlük’ diyelim mi?) Yani aslında feodal düzen yıkılmadı, ruhu modern demokrasilere geçmiş oldu sadece.

3) Rönesans yalanı

“Rönesans” (Renaissance) kelime anlamı itibariyle ‘yeniden doğuş’ demek. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından aydınlık kabul ettikleri kendi çağlarını karanlık Ortaçağ’dan ayırt etmek üzere icat edilen “Rönesans” terimi, nedense fazlasıyla ciddiye alınmış ve sanki tarihte böyle bağımsız bir dönem yaşanmış gibi gösterilmiştir. Oysa tarihte Rönesans’ı meydana getiren ustaların yaşadığı ve eserlerini ortaya koydukları bir zaman diliminden söz edebilmekle birlikte, öyle planlı programlı, tasarlanmış, başı ve sonu belli bir dönemi kesinlikle göremeyiz.

İnsanın otoriteleri sorgulamaya başladığı dönem olarak yüceltilen Rönesans’ın kendisi nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi çevremizde döner durur. Oysa Lynn Thorndike adlı uzman, daha 1943 yılında şunları söylüyordu: “Hiç kimse Rönesans’ın ayrı bir dönem olarak varlığını ispatlayamadı; hatta bunu yapmak için çaba da göstermedi.” Yani Rönesans’ın Orta Çağlardan nasıl ayırt edilebileceğini bilmediğimiz halde Rönesans’ın varlığı hakkında kesin bir dille konuşabiliyoruz.

İşte günümüzün en önde gelen Rönesans uzmanlarından Peter Burke, dikkatimizi Rönesans’ın Latin ve Yunan kaynaklarına, yani binlerce yıl öncesine bir ‘geri dönüş’ hareketi olduğu noktasına çeker. Yani Rönesans aydınları, aslında ilerici değil, gericidir. Nitekim genellikle Rönesans’ın hümanist yazarları arasında zikredilen Montaigne, bazı bakımlardan Rönesans aleyhtarı değil midir?

Avrupa tarihinin yalanlarını bir yazıya sığdırmak ne mümkün! Keşke imkânım olsa da hepsini geniş geniş anlatabilsem sizlere. Belki bir kitapta, kim bilir!

4. Amerika’nın keşfi yalanı

Avrupa’nın aslında epeyce geç kalmış “keşifler çağı”, Kristof Kolomb’un Hindistan’a gitmek için yola çıkıp tesadüfen Amerika’yı keşfetmesiyle başlatılır ve amacı, dünyayı tanımak ve dışa açılmak gibi masum sebeplerle açıklanır. Oysa gemide tuttuğu seyir defterinden gerçek niyetini öğrenmek mümkündür Kolomb’un: Tutsak aldığı yerlileri çalıştırarak elde edeceği altın ve gümüşleri gemilerle Portekiz’e getirmek ve “kâfirler”in, yani Müslümanların elindeki kutsal toprakları ele geçirmek. Bunu bir Haçlı seferiyle gerçekleştirmeyi düşlüyordu masum kâşifimiz. Kolomb’un, Müslümanların bulunduğu ülkelerin doğusunda bulunan efsanevî Hıristiyan Kral Prester John’un yardımını sağlamak ve böylece bir sandviç harekâtıyla İslam tehdidini bertaraf etmek üzere Hindistan’a gittiğini de okuyunca mesele iyice çetrefilleşiyor.


Bu yalanın bir başka boyutu da şu: 1492, Amerika’nın keşif tarihi değil, sonradan “Amerika” adı verilen toprakların işgal tarihidir. Zira Amerika, Kolomb’dan yüzyıllar önce Vikingler tarafından keşfedilmiş, bazı Müslüman gemiciler Güney Amerika’ya gidip gelmiş, nihayet son ortaya atılan iddiaya göre ise Çinli bir Müslüman olan Zeng He, bu defa Çin’den yola çıkarak Amerika’ya ulaşmıştır. Velhasıl Kristof Kolomb, Amerika’nın ilk değil, son kâşifidir.

5. Bilimsel devrim yalanı

Bazı yalanlar tekrarlana tekrarlana apaçık doğrular katına çıkabiliyor. “Bilimsel devrim” terimi ilk kez 1939’da ortaya atılıyor. Yine de onu bir kitabın kapağında görmek için 15 yılın geçmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yıllık bir ömrü bulunan bu terimin dimağımızı böylesine felç etmesi de gösteriyor ki, bir büyücülük olayıyla karşı karşıyayız. Tek farkı, büyünün bilimsel bir kılıkla yapılıyor olması.

California Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olan Steven Shapin, “Bilimsel Devrim” adlı kitabına bu yalanın tarihini yazmakla başlıyor. Shapin’e göre “bilim” ve “bilim adamı” terimleri ancak 19. yüzyılda kullanıma girmiş olup 20. yüzyıl başlarına kadar da yaygınlaşmamıştır. Yani bilimin kamuoyu nezdinde bugünkü değerini kazanması, dün denilecek kadar yeni olaydır. Dolayısıyla hem Avrupa, hem de Osmanlı tarihine, bilimin bugün kazanmış olduğu yeni çerçeveden bakarsak fena halde çuvallarız.

Bugün ‘bilimsel devrim’ denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newton’dan söz etti miydi, ayet duymuşçasına sessizliğe bürünür çehreler. Dudaklar bükülür, anlamlı anlamlı kafalar sallanır, ‘Elin adamı neler yapmış bizimkiler uyurken’ nutuklarına sığınılır. Oysa meselenin iç yüzü hiç de öyle değildir.

Mesela Newton’un yaşadığı devirde Cambridge Üniversitesi’nin hali niceydi, biliyor muyuz? Okuyacak öğrenci bulamayan üniversite, öğrenci çekebilmek için indirim üstüne indirim yapıyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek için bırakın sınıfta bırakmayı, talebeye sınıf atlatıyorlardı, sınıf! Üstelik aynı zamanda bir ilahiyatçı da olan Newton, buluşlarının bilimsel sonuçlarından çok, kafasındaki din kavramı açısından taşıdığı anlamla ilgileniyor, Hıristiyanlığın dünyaya nasıl yeniden hakim olacağını tahmine çalışıyordu. Bunun için ayrı bir kitap bile yazdığını biliyoruz. Üstelik zat-ı devletleri, büyücülükle de iştigal ederdi. Hatta bu yüzden adı, çağdaşları arasında “son büyücü”ye dahi çıkmıştır.

Daha ‘bilimsel devrim’in Müslümanlardan çalınan bilgilerle yapıldığı üzerinde durmadık. Galile’ye ‘süredurum ilkesi’ni ilham veren Nasirüddin Tusi’nin 13. yüzyıldaki buluşundan haberimiz yoksa saf saf Avrupa’daki bilimsel devrim yalanına inanmaya devam ederiz elbette.

6. Sanayi devrimi yalanı

Bir “sanayi devrimi” lafıdır gidiyor. Orta malı siyasetçisinden mahalle mektebi seviyesine inmiş bazı üniversitelerin hocalarına kadar yığınla insan, sorgu sual etmeden, ‘Eller aya, biz yaya’ teranesini tutturmuş, Avrupa’nın sanayi devrimini gerçekleştirdiğini, bizimse bu ‘evrensel gelişme’yi ıskalayıp çağdaşlık trenini kaçırdığımızı tekrarlıyorlar.

Nasıl “bilimsel devrim”, tarihçilerin, seçtikleri bir zaman dilimine yüzyıllar sonra yapıştırdıkları bir yafta ise, “sanayi devrimi” de 19. yüzyılın ortalarına doğru coşkuyla keşfedilmiş ve bu yüzden bazı özellikleri abartılmış jenerik bir terimdir. Filmin jeneriği, filmin kendisi olabilir mi?

Sanki Sanayi Devrimi bütün Avrupa’da aynı anda olmuş bitmiş bir olay gibi sunulur bize. Halbuki İngiltere’de giderek hızlanan ve istikrarlı bir tarzda gelişen sanayileşme, Fransa’da ağır aksak ilerlemiş ve büyük ölçüde İngilizleri taklit etmiştir. İngiltere’ye adamlar yollanmış ve hem makine, hem de işçi getirtilmiştir. Böylece Fransa için bir Sanayi Devrimi’nden değil, olsa olsa İngiliz makine sisteminin girişinden söz edebiliriz.

Bilimsel buluşların Sanayi Devrimi’ni hazırladığı iddia ediliyor. Hiç alakası yoktur. Mesela buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt bilim adamı değil, amatör bir mucitti. Çelik sanayinin babası kabul edilen John Wilkinson bir işadamıydı. Tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan Samuel Arkwright, inanmayacaksınız belki ama bir berberdi!

Başka kuşkular da var. Mesela “Sanayi Devrimi’nde geçtiği ileri sürülen sahneler, ancak 70 yıl sonra yaşanmış olabilir.” diyor Minnesota Üniversitesi’nden Herbert Heaton. Yani sonraki yıllarda cereyan etmiş olayları önce olmuş gibi gösterme numaraları da söz konusu. Düşünün bir, İngiltere’de 1830’larda bile pamuk işçilerinin sayısı, evlerde çalışan halayıkların sayısından azdı. 1850’de Yorkshire şehrinde yün eğirme işinin hâlâ elle yapıldığını gösteren kanıtlar mevcut. Hatta 1877’de, makinelerdeki kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatçı yaşıyordu İngiltere’de. Bu Fransa ve Almanya için haydi haydi böyleydi.

Sanayileşme sadece üretim artışıyla değerlendirilemez. Önemli olan hangi bedeller karşılığında başarıldığı değil midir? İngiltere’de uyuşturucu neden yaygındır bilir misiniz? Fabrikalarda geçen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak için afyon kullanıyorlardı da ondan. Tarih, ne yazık ki acımasızdır.



7. Galile’nin yargılanması yalanı

Bilim-din çatışması denilince ilk öne sürülen örnek, Galile’nin yargılanmasıdır. Kendilerinin “aydınlık” tarafta bulunduklarına adları gibi iman etmiş çevreler, “karanlık”ı temsil eden Ortaçağın ve Kilisenin baskı ve işkencelerine karşı direnen(!) bu soylu kahramana alkış tutarlar.

Oysa Galile’nin yargılanması diye bir olay cereyan etmemiştir. Af edersiniz, şöyle düzelteyim; yargılanmıştır ama bu, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir yargılamadır ve Galile’yi mahkûm etmek bir yana, onu muhtemel fanatik hücumlarından kurtarmak için düzenlenmiş bir mizansenden ibarettir. Kendisini yargılayan Kardinaller, Galile’nin okul arkadaşlarıydı. Unutmayalım ki Galile, kilisenin bünyesindeki bilim adamlarındandı. Nitekim Papa da eski bir arkadaşı oluyordu. Hatta iki kızını rahibe olmaları için manastıra kapatan da bilim güneşimiz Galile’den başkası değildi.

Üstelik Galile’nin yargılanış sebebi, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi gibi bilimsel düşünceleri değil, bağlı olduğu, bağlı olmak ne kelime, bizzat içinde bulunduğu Katolik Kilisesi’ne itaatsizliğidir; yani kilise içi bir meseleyle karşı karşıyayız. Papa’ya, teorisini bir varsayım olarak sunacağına söz verdiği halde, bu sözünü tutmayan ve kitabını bildiği gibi bastıran Galile’nin arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir kurtarma operasyonudur yargılama. Anlayacağınız, Galile bahane, onun üzerinden dinin mutlaka bilime karşı olması gerekiyormuş gibi bir sözde gerçeklik üreterek nasiplenenler şahane!

8. Siyonizm yalanı

Yahudi meselesi, bir Avrupa sorunuydu; ama İslam âlemine fatura edildi. Avrupa, yüzyıllar boyu uğraştı durdu Yahudilerle. Şehrin içine bile almadı onları; mahallelerini yaktı, kovdu, dövdü, öldürdü, mallarını müsadere etti. Aynı dönemde ise İslam âleminde Yahudilerin keyiflerine diyecek yoktu.

Öte yandan Siyonizm’in babası Theodor Herzl’in II. Abdülhamid’e Avrupa’yı şikâyet etmesi gerçekten tuhaftı. Bir Ortadoğu kavmi olan Yahudiler, kendilerini Avrupa’ya sürgün edilmiş gösterip yerlerine dönmek isterken, Abdülhamid onları kullandığını Avrupa’nın biliyordu. Nitekim tekliflerini reddedince haklılığı gün gibi ortaya çıktı; onu devirmekten tutun da Çanakkale’de bize karşı savaşmaya kadar pek çok komplo ve girişimin başında Siyonistler yer alacak, İngilizlerin yedek güçleri, daha doğrusu “Asya’ya karşı Avrupa kalesinin suru”, “barbarlığa karşı uygarlığın uçbeyleri” olarak harekete geçeceklerdi. Hâlâ da öyle değil mi?

Daha da acı olanı, “topraksız bir halk” dedikleri Yahudilere, “halksız bir toprak” olarak sundukları Filistin’in durumuydu. Milyonlarca Müslüman ve Hıristiyan Filistinli yaşamasına rağmen (nüfusun yüzde 95’ini oluşturuyorlardı), Filistin toprağı boş bir arazi olarak sunuldu dünyaya. Ancak şimdi aynı trajedi, hem de kat be kat fazlasıyla Filistin halkı için geçerli, yani toprakları ellerinden alınmış durumda. Ne var ki, o hayırhah Avrupa’nın kılı kıpırdamıyor. Neden? Çünkü İsrail devleti, Ortadoğu üzerinden geçecek stratejik hammadenin, yani petrolün kontrolü için gerekliydi ve bunun, Yahudi halkına insanî yardımla herhangi bir alakası yoktu.


9. Doğu despotizmi yalanı

17. yüzyıla kadar Çin, Hint ve İslam âlemlerine oranla epeyce geride bulunan Avrupa, kendisi haricindeki medeniyetlere bilinçli bir çamur atma stratejisini izledi. Ağır bir aşağılık kompleksi içindeydi. İşte bu strateji doğrultusunda Doğu’nun despotik bir yönetimi olduğu tezi ortaya atıldı ve Marx’tan Weber’e, hatta bugünkü bazı akıldanelerimize kadar pek çok kafayı iğfal etmeyi başardı.

Oysa Lucette Valensi gibi araştırmacıların da ortaya koyduğu gibi, bu, Avrupa zihniyetinin, gerisinde bulunduğu Doğu’yu gözden düşürme ve onun üzerinden kendi kimliğini üretme mücadelesinin bir parçasıydı. Ancak Voltaire ve Althusser gibi iki büyük düşünür bu yalanı yutmamış ve asıl despotizmin Avrupa’da yaşandığını, Avrupalı düşünürlerin, kendi ülkelerindeki despotizmi, dışarıya yansıtarak, yani Doğu’yu istismar ederek okurlarına anlattıklarını, artık Osmanlı’nın yakasından düşme vaktinin geldiğini dile getirdiler. Ne ki, bu tatlı yalanın ısıttığı sıcak yataktan kalkmaya kimse razı değildi.

10. Batı’nın üstünlüğü yalanı

İktisat ilminin kurucularından Adam Smith, 1770’lerde Çin teknolojisinin Avrupa’dakinden ileri olduğunu itiraf ediyordu, biz ise 18. yüzyılda Avrupa’nın dünyanın en ileri uygarlığı olduğunu savunmaya devam ediyoruz. Neden acaba? Şundan sanırım: Beyinlerimiz keşifler, icatlar, Rönesans, Aydınlanma, Bilimsel Devrim gibi bir sürü Avrupa yalanıyla tıka basa doldurulmuş durumda. Böyle olunca, dünyanın diğer bölgelerinde neler olup bittiğiyle ilgilenmiyor ve daima skora takılıyor gözümüz: Ne olsa maçın kazanılıp kazanılmadığı önemli.

Öyleyse Hodgson ve Blaut gibi birinci sınıf tarihçilerle sesimizi gürleştirelim: Avrupa’nın “gelişmesi”, Afrika ve Asya karşısında uzun süren geri kalmışlığını telafi etmeye ancak 1800’lerde yetecekti. Avrupa, dünyanın diğer kısımlarındaki gelişmelerden o kadar uzak kalmıştı ki, şu meşhur keşiflerle bir parça nefes alabilmişti. Bu açılma da, Asya ekonomilerinin tarihinde pek çok defa vuku bulan bir gerileme anına denk gelmiş, Osmanlı ve Çin dahil Doğu’nun başlattığı bir küreselleşme dalgasının üzerine binmişti. İşte Avrupa bu sayede kıyıda köşede kalmaktan kurtulup küresel ekonominin motoru olabildi.

Son sözü Hodgson’a bırakmak en iyisi. Ona göre, modern dünya ile Batı, aynı şeyler değildir. Modernlik, Afrika, Asya ve Avrupa’nın beraberce inşa ettikleri bir oluşumdu. Yüzyıllar süren bu hazırlık döneminden kârlı çıkan bölge, fırsatları değerlendirmeyi bilen ve bir katalizör rolü oynayan Avrupa oldu. Şartlar orada birbirine kavuştu ama kavuşmayabilirdi de. Modernlik Çin’de veya İslam âleminde de ortaya çıkabilirdi (tabii oralara mahsus görünümleriyle). Asya ve Afrika’nın muazzam bilgi birikimi ve ticaret ağı olmasaydı, Avrupa’daki modern dönüşüm hayal dahi edilemezdi.

Düşünün ki, Vasco da Gama bin bir zahmetle Ümit Burnu’ndan dolaşıp Hindistan’ın Kalküta limanına indiğinde İspanyolca konuşan bir Tunuslu Müslüman tüccarla karşılaşmış ve pek şaşırmıştı. Haklıydı, çünkü buraları bilmeyen tek medenî kıta, Avrupa’ydı.
Report Spam   Logged
KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #10 on: December 04, 2010, 02:36:57 pm »

Güzel kadınlar aşkla aptallaşır ama hem akıllı hem güzel kadınlar, aşıkken de akıllıdır.
Bu yüzden hep yalnız kalır.
(Pulo Coelho)




Erkeklerin aklı ev kadını arar, ama kalbi ve hayal gücü başka özellikler peşindedir.
(Goethe)




Ne yaparsan yap, nasıl yaşarsan yaşa;
ama gülebilmek için birini ağlatma ve çıkarların için hiçkimseyi satma.
(Balzak)




Dikenden gül bitiren, kışı da bahar haline döndürür.
Selviyi hür bir halde yücelten, kederi de sevinç haline sokabilir.
(Hz. Mevlana)




Kendimi her zaman mutlu hissederim. Neden biliyor musunuz?
Çünkü kimseden bir şey ummam.
Beklentiler daima yaralar.
Hayat kısadır. Öyleyse hayatınızı sevin. Mutlu olun ve gülümsemeye devam edin.
Sadece kendiniz için yaşayın ve;
— Konuşmadan önce dinleyin,
— Yazmadan önce düşünün,
...— Harcamadan önce kazanın,
— Dua etmeden önce bağışlayın,
— İncitmeden önce hissedin,
— Nefret etmeden önce sevin,
— Vazgeçmeden önce çabalayın,
— Ölmeden önce yaşayın.
Hayat budur. Onu hissedin, onu yaşayın ve ondan hoşnut olun.
(William Shakespeare)




Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Aklıma gelişini seveyim. Ne güzel de darma duman ediyorsun beni.
(Nazım Hikmet)



Değişmek zordur; ama bazen aynı adam olmak daha zordur...
Hayat öyle yüklenir ki üstüne,
Ne kalmak istersin, ne de gitmek.
O durumdayım işte!...
(Can Yücel)



Dünya, aç oldukları için uyuyamayanlarla,
açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumdadır.
(Paulo Freire)



Mecnun değilim dost; lakin çağırırsan çöllere gelirim.
Sana yalan halde gelmem, toplarım özümü yalın halde gelirim. Kapıyı çaldığında "kim o? "dersen;
ben olmam, kapında sen olur gelirim.
Sen gel de yeter ki, yola yük olmam, yol olur gelirim.
(Hz. Mevlana)



Uzaklıklar küçük sevgileri yok eder, büyükleri ise yüceltir.
Tıpkı rüzgarın mumu söndürüp, ateşi çoğaltması gibi.
(Hegel)



Her zaman doğruyu söyle.
En azından neyi söylediğini hatırlamak zorunda kalmazsın'.
(Balzak)




Bin sene de okusam..
Ne biliyorsun diye sorsalar bana haddimi Bilirim derim
(Hz. Mevlana)



Cahilin yanında kitap gibi sessiz ol..
(Hz. Mevlana)



Report Spam   Logged

KARTAL
Full Member
***

Karma: +0/-0
Posts: 234



« Reply #11 on: December 06, 2010, 12:44:47 pm »

1. Adınız Soyadınız:
Mehmet Tartar

2.Yaşınız:
Yirmi sekiz.

3.Şirketimizdeki hangi pozisyon için başvuruyorsunuz?
Mümkünse yatay bir pozisyon için. Eğer daha ciddi bir cevap istiyorsanız, ne iş
olsa yaparım. Şart öne sürebilecek durumda olsaydım, burada bu formu dolduruyor olmazdım.

4. Düşündüğünüz ücret:
Aylık 5.000 YTL maaş artı yıllık kârdan yüzde 10 hisse! Eğer bu mümkün değilse, siz bir ücret Önerin, ben size evet yahut hayır derim.

5. Eğitiminiz?
İdare eder.

6. Son işiniz
Sadist bir şefin deneme tahtası olmak.

7. Son ücretiniz:
Hak ettiğimin çok altında.

8. Önemli başarılarınız:
Arakladığım kalemlerden muhteşem bir kolleksiyonum var; evde sergiliyorum.

9. İşten ayrılma sebebiniz:
Bkz. Cevap 6.

10. Size ulaşabileceğimiz saatler:
Banka atm'si gibiyim: 7/24.

11. Çalışmak istediğiniz saatler:
Pazartesi, Salı ve Perşembe 13.00-15.00 arası.

13. Şimdiki işvereninizle görüşebilir miyiz?
İşverenim olsa burada olmazdım.

14. Fizik durumunuz 20 kilogramdan fazla taşımanıza engel mi?
Belli olmaz, ne taşıdığıma bağlı.

15. Otomobiliniz var mı?
Evet, ama soru yanlış sorulmuş. "Çalışır durumda bir otomobiliniz var mı?" diye sorsaydınız, cevabım farklı olurdu.

16. Daha önce bir yarışma veya madalya kazandınız mı?
Madalyam yok, ama lotoda iki kere 3 tutturdum.

17. Sigara içiyor musunuz?
Otlanacak bir enayi bulabilirsem.

18. Beş yıl sonra ne yapmayı hayal ediyorsunuz?
Bana tutkun zengin bir fotomodelle Bahama Adaları'nda yaşamayı. Bir yolunu biliyorsanız bunu beş yıl beklemeden de yapabilirim.

19. Yukarıdaki bilgilerin doğruluğunu taahhüt ediyor musunuz?
Hayır, ama sıkıyorsa aksini iddia edin.

20. Sizi bu başvuruyu yapmaya iten gerçek sebep nedir?
Birbiriyle tutarlılık derecesini kestiremediğim iki cevabım var:

a) İnsan sevgisi ve tüketicilerin iyi beslenmesine katkıda bulunma arzum.
b) Gırtlağıma kadar borca batmış olmam..

Sonuç: Mehmet Tartar işe alındı.
Report Spam   Logged

Pages: [1]   Go Up
  Print  
 
Jump to:  

Powered by EzPortal
Bookmark this site! | Upgrade This Forum
Free SMF Hosting - Create your own Forum

Powered by SMF | SMF © 2016, Simple Machines
Privacy Policy