OTTOMAN
|
|
« on: October 31, 2010, 03:52:34 pm » |
|
Avrupanın 10 büyük yalanı
Cemil Meriç, Kartacanın tarihini Romadan dinledik diye yazmıştı. Roma karşısında mağlup olan ve bütün izleri silinen bu Afrikalı devlet, tarihini anlatacak bir Kartacalı çıkıncaya kadar sessizliğini koruyacak muhtemelen. Avrupanın Kartacası olan Osmanlı tarihini de Avrupa merkezli bir bakışla okuyup okutmuyor muyuz? Biz de Osmanlının tarihini Avrupadan dinleyenler safında değil miyiz? Osmanlı tarihini Viyanaya gittik, Viyanadan döndük şablonuna sıkıştırarak anlatma hastalığımızdan belli değil mi bu? Niye Tebrize, Adene, dünyanın bir ucundaki Hindistanın Goa limanına kadar gittik demiyoruz da, Viyanaya gitmeyi bu kadar önemsiyoruz? Üstelik Viyananın İstanbuldan mesafesinin sadece 956 kilometre olduğunu bile bile söylüyoruz bunları (oysa Osmanlıların fethettikleri Bağdatın İstanbula olan mesafesi 1,334, Kirmanşahınki ise 1,579 kilometredir). Daha Yemeni dâhil etmiyorum listeye, çünkü ölçüm aletlerimizi maazallah patlatabilir.
Tarihimizle ilgili bilgilerimizde Avrupa bu denli sabit, değişmez bir ölçü ise, bizzat Avrupa tarihiyle ilgili bilgilerimizde bu haydi haydi böyledir. Bu yazıda Avrupanın kendisi hakkında uydurduğu, sonra da beyinlerimize yerleştirdiği 10 yalana eğilecek ve onların gözlerimize serap serpen kuyu başlarında beliren saflığımıza beraberce güleceğiz. Buyurun.
1) Yunan mucizesi yalanı
Antik Yunanlıların insanlık tarihinde eşsiz bir mucize gerçekleştirdikleri tezi, kendi karanlık dünyasına fener tutmak için çırpınan Avrupalı aydınlar için afyon etkisi yapmış ve bu efsaneye can simidi gibi yapışmışlardır. Neden? Çünkü Rönesans yıllarında Avrupalılar ele gelir neleri varsa bunları Müslümanlardan aldıklarını biliyor ve Müslümanlar karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için onların haricinde bir tutamak arıyorlardı.
İşte sözde Yunan mucizesi, bu iflah olmaz hastalığa bir tür sahte deva olarak sunulmuştu. Nitekim bu tez, hiçbir işe yaramadıysa bile Yunan halkının Osmanlı bünyesinden koparılması için Avrupa çapında bir heyecan dalgasına yol açtı ve bağımsız bir Yunan devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Oysa ne o gün Yunanistanda yaşayanlar Eflatun ve Aristonun torunlarıydı, ne de ortada herhangi bir mucize vardı. Üstelik Martin Bernalin Black Athena adlı 4 ciltlik çalışmasında yetkinlikle ortaya çıkarttığı gibi, Yunan mucizesi diye bilinen uygarlığı kuranlar Yunanlılar değil, siyah derili Afrikalılardı, yani Fenikeliler ve Mısırlılar! Velhasıl Yunan mucizesi tezi, Romantiklerin icad ettikleri bir yalanı pazarlama çabasından başka bir şey değildi.
2) Magna Carta yalanı
Hangi aklıevvelin kitabını açsanız, dünyada demokrasinin ve anayasa hukukunun başlangıcı olarak İngiltere Kralı I. Johnun yetkilerini kısıtlayan Magna Carta adlı belgeyi önünüze sürerler. Adamlar daha Selçuklular devrinde demokrasinin temellerini atmışlar kardeşim yollu konuşmalara siz de sık sık rastlamış olmalısınız. Oysa çok özel bir durumdan neşet eden bu belgenin o günkü İngiltere tarihi için dahi gerici bir belge olduğunu bilmek önemlidir. Bakın neden?
Bir kere 1215 yılında imzalandığı bilinen Magna Cartanın kral tarafından imzalanan orijinali değil de, kopyaları elimizdedir. İkincisi, bu belge ilerici değil, düpedüz gerici bir belgedir, çünkü Kral, feodal beylere, baronlara yeni vergiler yüklemek istiyor ve merkezî hükümetin gelirlerini artırmaya uğraşıyordu; baronlar ise tam tersine, eski düzendeki vergilerin aynen devamı için bastırıyorlardı. İşte krala imzalatılan belge, feodal ayrıcalıkların yeniden tanınmasını getiriyordu, kaldırılmasını değil. Yani ileriye gidişi değil, eskiye dönüşü amaçlıyordu.
Ancak tarihte yapılan bazı hareketlerin amaçlanmamış sonuçlar doğurması nadir rastlanan bir durum değildir. İşte Magna Cartayı imzalatanların başına gelen de bu oldu. Onlar feodal sisteme dönülmesi için uğraş verirken, sonraki kralların, çözümü feodal düzenin dışında aramalarına yol açmış, böylece tahkim edeyim derken feodal düzenin yıkılmasını kolaylaştırmışlardı. Bu sebepledir ki, Kral I. John üzerinde uzmanlaşan Johns Hopkins Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Sidney Painter, açıkça Magna Cartada demokrasi yoktur diyebilmektedir. Çünkü bu belge, İngiliz feodalizminin resmi beyanlarından biridir sadece. Painterın altını çizdiği bir başka husus ise bu feodal geleneğin modern demokrasilerimizde yaşamaya devam ettiğidir! (1808 Sened-i İttifakını Magna Cartanın geç bir yansıması olarak gösterenlerin gözüne gözlük diyelim mi?) Yani aslında feodal düzen yıkılmadı, ruhu modern demokrasilere geçmiş oldu sadece.
3) Rönesans yalanı
Rönesans (Renaissance) kelime anlamı itibariyle yeniden doğuş demek. 19. yüzyıl tarihçileri tarafından aydınlık kabul ettikleri kendi çağlarını karanlık Ortaçağdan ayırt etmek üzere icat edilen Rönesans terimi, nedense fazlasıyla ciddiye alınmış ve sanki tarihte böyle bağımsız bir dönem yaşanmış gibi gösterilmiştir. Oysa tarihte Rönesansı meydana getiren ustaların yaşadığı ve eserlerini ortaya koydukları bir zaman diliminden söz edebilmekle birlikte, öyle planlı programlı, tasarlanmış, başı ve sonu belli bir dönemi kesinlikle göremeyiz.
İnsanın otoriteleri sorgulamaya başladığı dönem olarak yüceltilen Rönesansın kendisi nedense sorgulanmaz, kutsal bir inek gibi çevremizde döner durur. Oysa Lynn Thorndike adlı uzman, daha 1943 yılında şunları söylüyordu: Hiç kimse Rönesansın ayrı bir dönem olarak varlığını ispatlayamadı; hatta bunu yapmak için çaba da göstermedi. Yani Rönesansın Orta Çağlardan nasıl ayırt edilebileceğini bilmediğimiz halde Rönesansın varlığı hakkında kesin bir dille konuşabiliyoruz.
İşte günümüzün en önde gelen Rönesans uzmanlarından Peter Burke, dikkatimizi Rönesansın Latin ve Yunan kaynaklarına, yani binlerce yıl öncesine bir geri dönüş hareketi olduğu noktasına çeker. Yani Rönesans aydınları, aslında ilerici değil, gericidir. Nitekim genellikle Rönesansın hümanist yazarları arasında zikredilen Montaigne, bazı bakımlardan Rönesans aleyhtarı değil midir?
Avrupa tarihinin yalanlarını bir yazıya sığdırmak ne mümkün! Keşke imkânım olsa da hepsini geniş geniş anlatabilsem sizlere. Belki bir kitapta, kim bilir!
4. Amerikanın keşfi yalanı
Avrupanın aslında epeyce geç kalmış keşifler çağı, Kristof Kolombun Hindistana gitmek için yola çıkıp tesadüfen Amerikayı keşfetmesiyle başlatılır ve amacı, dünyayı tanımak ve dışa açılmak gibi masum sebeplerle açıklanır. Oysa gemide tuttuğu seyir defterinden gerçek niyetini öğrenmek mümkündür Kolombun: Tutsak aldığı yerlileri çalıştırarak elde edeceği altın ve gümüşleri gemilerle Portekize getirmek ve kâfirlerin, yani Müslümanların elindeki kutsal toprakları ele geçirmek. Bunu bir Haçlı seferiyle gerçekleştirmeyi düşlüyordu masum kâşifimiz. Kolombun, Müslümanların bulunduğu ülkelerin doğusunda bulunan efsanevî Hıristiyan Kral Prester Johnun yardımını sağlamak ve böylece bir sandviç harekâtıyla İslam tehdidini bertaraf etmek üzere Hindistana gittiğini de okuyunca mesele iyice çetrefilleşiyor.
Bu yalanın bir başka boyutu da şu: 1492, Amerikanın keşif tarihi değil, sonradan Amerika adı verilen toprakların işgal tarihidir. Zira Amerika, Kolombdan yüzyıllar önce Vikingler tarafından keşfedilmiş, bazı Müslüman gemiciler Güney Amerikaya gidip gelmiş, nihayet son ortaya atılan iddiaya göre ise Çinli bir Müslüman olan Zeng He, bu defa Çinden yola çıkarak Amerikaya ulaşmıştır. Velhasıl Kristof Kolomb, Amerikanın ilk değil, son kâşifidir.
5. Bilimsel devrim yalanı
Bazı yalanlar tekrarlana tekrarlana apaçık doğrular katına çıkabiliyor. Bilimsel devrim terimi ilk kez 1939da ortaya atılıyor. Yine de onu bir kitabın kapağında görmek için 15 yılın geçmesi gerekecektir. Hepi topu 50 yıllık bir ömrü bulunan bu terimin dimağımızı böylesine felç etmesi de gösteriyor ki, bir büyücülük olayıyla karşı karşıyayız. Tek farkı, büyünün bilimsel bir kılıkla yapılıyor olması.
California Üniversitesinde sosyoloji profesörü olan Steven Shapin, Bilimsel Devrim adlı kitabına bu yalanın tarihini yazmakla başlıyor. Shapine göre bilim ve bilim adamı terimleri ancak 19. yüzyılda kullanıma girmiş olup 20. yüzyıl başlarına kadar da yaygınlaşmamıştır. Yani bilimin kamuoyu nezdinde bugünkü değerini kazanması, dün denilecek kadar yeni olaydır. Dolayısıyla hem Avrupa, hem de Osmanlı tarihine, bilimin bugün kazanmış olduğu yeni çerçeveden bakarsak fena halde çuvallarız.
Bugün bilimsel devrim denilince akan sular durur. Birisi Kopernik, Galile ve Newtondan söz etti miydi, ayet duymuşçasına sessizliğe bürünür çehreler. Dudaklar bükülür, anlamlı anlamlı kafalar sallanır, Elin adamı neler yapmış bizimkiler uyurken nutuklarına sığınılır. Oysa meselenin iç yüzü hiç de öyle değildir.
Mesela Newtonun yaşadığı devirde Cambridge Üniversitesinin hali niceydi, biliyor muyuz? Okuyacak öğrenci bulamayan üniversite, öğrenci çekebilmek için indirim üstüne indirim yapıyor, hocalar okulu cazip hale getirebilmek için bırakın sınıfta bırakmayı, talebeye sınıf atlatıyorlardı, sınıf! Üstelik aynı zamanda bir ilahiyatçı da olan Newton, buluşlarının bilimsel sonuçlarından çok, kafasındaki din kavramı açısından taşıdığı anlamla ilgileniyor, Hıristiyanlığın dünyaya nasıl yeniden hakim olacağını tahmine çalışıyordu. Bunun için ayrı bir kitap bile yazdığını biliyoruz. Üstelik zat-ı devletleri, büyücülükle de iştigal ederdi. Hatta bu yüzden adı, çağdaşları arasında son büyücüye dahi çıkmıştır.
Daha bilimsel devrimin Müslümanlardan çalınan bilgilerle yapıldığı üzerinde durmadık. Galileye süredurum ilkesini ilham veren Nasirüddin Tusinin 13. yüzyıldaki buluşundan haberimiz yoksa saf saf Avrupadaki bilimsel devrim yalanına inanmaya devam ederiz elbette.
6. Sanayi devrimi yalanı
Bir sanayi devrimi lafıdır gidiyor. Orta malı siyasetçisinden mahalle mektebi seviyesine inmiş bazı üniversitelerin hocalarına kadar yığınla insan, sorgu sual etmeden, Eller aya, biz yaya teranesini tutturmuş, Avrupanın sanayi devrimini gerçekleştirdiğini, bizimse bu evrensel gelişmeyi ıskalayıp çağdaşlık trenini kaçırdığımızı tekrarlıyorlar.
Nasıl bilimsel devrim, tarihçilerin, seçtikleri bir zaman dilimine yüzyıllar sonra yapıştırdıkları bir yafta ise, sanayi devrimi de 19. yüzyılın ortalarına doğru coşkuyla keşfedilmiş ve bu yüzden bazı özellikleri abartılmış jenerik bir terimdir. Filmin jeneriği, filmin kendisi olabilir mi?
Sanki Sanayi Devrimi bütün Avrupada aynı anda olmuş bitmiş bir olay gibi sunulur bize. Halbuki İngilterede giderek hızlanan ve istikrarlı bir tarzda gelişen sanayileşme, Fransada ağır aksak ilerlemiş ve büyük ölçüde İngilizleri taklit etmiştir. İngiltereye adamlar yollanmış ve hem makine, hem de işçi getirtilmiştir. Böylece Fransa için bir Sanayi Devriminden değil, olsa olsa İngiliz makine sisteminin girişinden söz edebiliriz.
Bilimsel buluşların Sanayi Devrimini hazırladığı iddia ediliyor. Hiç alakası yoktur. Mesela buhar gücüyle çalışan makineyi tasarlayan James Watt bilim adamı değil, amatör bir mucitti. Çelik sanayinin babası kabul edilen John Wilkinson bir işadamıydı. Tekstil dokuma tekniğinde çığır açan iplik eğirme makinesi tasarımını başkasından araklayan Samuel Arkwright, inanmayacaksınız belki ama bir berberdi!
Başka kuşkular da var. Mesela Sanayi Devriminde geçtiği ileri sürülen sahneler, ancak 70 yıl sonra yaşanmış olabilir. diyor Minnesota Üniversitesinden Herbert Heaton. Yani sonraki yıllarda cereyan etmiş olayları önce olmuş gibi gösterme numaraları da söz konusu. Düşünün bir, İngilterede 1830larda bile pamuk işçilerinin sayısı, evlerde çalışan halayıkların sayısından azdı. 1850de Yorkshire şehrinde yün eğirme işinin hâlâ elle yapıldığını gösteren kanıtlar mevcut. Hatta 1877de, makinelerdeki kadar ucuza elle dokuma yapan bir imalatçı yaşıyordu İngilterede. Bu Fransa ve Almanya için haydi haydi böyleydi.
Sanayileşme sadece üretim artışıyla değerlendirilemez. Önemli olan hangi bedeller karşılığında başarıldığı değil midir? İngilterede uyuşturucu neden yaygındır bilir misiniz? Fabrikalarda geçen uzun gecelerde anneler bebeklerini uyutmak için afyon kullanıyorlardı da ondan. Tarih, ne yazık ki acımasızdır.
7. Galilenin yargılanması yalanı
Bilim-din çatışması denilince ilk öne sürülen örnek, Galilenin yargılanmasıdır. Kendilerinin aydınlık tarafta bulunduklarına adları gibi iman etmiş çevreler, karanlıkı temsil eden Ortaçağın ve Kilisenin baskı ve işkencelerine karşı direnen(!) bu soylu kahramana alkış tutarlar.
Oysa Galilenin yargılanması diye bir olay cereyan etmemiştir. Af edersiniz, şöyle düzelteyim; yargılanmıştır ama bu, dostlar alışverişte görsün kabilinden bir yargılamadır ve Galileyi mahkûm etmek bir yana, onu muhtemel fanatik hücumlarından kurtarmak için düzenlenmiş bir mizansenden ibarettir. Kendisini yargılayan Kardinaller, Galilenin okul arkadaşlarıydı. Unutmayalım ki Galile, kilisenin bünyesindeki bilim adamlarındandı. Nitekim Papa da eski bir arkadaşı oluyordu. Hatta iki kızını rahibe olmaları için manastıra kapatan da bilim güneşimiz Galileden başkası değildi.
Üstelik Galilenin yargılanış sebebi, Dünyanın Güneşin etrafında dönmesi gibi bilimsel düşünceleri değil, bağlı olduğu, bağlı olmak ne kelime, bizzat içinde bulunduğu Katolik Kilisesine itaatsizliğidir; yani kilise içi bir meseleyle karşı karşıyayız. Papaya, teorisini bir varsayım olarak sunacağına söz verdiği halde, bu sözünü tutmayan ve kitabını bildiği gibi bastıran Galilenin arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir kurtarma operasyonudur yargılama. Anlayacağınız, Galile bahane, onun üzerinden dinin mutlaka bilime karşı olması gerekiyormuş gibi bir sözde gerçeklik üreterek nasiplenenler şahane!
8. Siyonizm yalanı
Yahudi meselesi, bir Avrupa sorunuydu; ama İslam âlemine fatura edildi. Avrupa, yüzyıllar boyu uğraştı durdu Yahudilerle. Şehrin içine bile almadı onları; mahallelerini yaktı, kovdu, dövdü, öldürdü, mallarını müsadere etti. Aynı dönemde ise İslam âleminde Yahudilerin keyiflerine diyecek yoktu.
Öte yandan Siyonizmin babası Theodor Herzlin II. Abdülhamide Avrupayı şikâyet etmesi gerçekten tuhaftı. Bir Ortadoğu kavmi olan Yahudiler, kendilerini Avrupaya sürgün edilmiş gösterip yerlerine dönmek isterken, Abdülhamid onları kullandığını Avrupanın biliyordu. Nitekim tekliflerini reddedince haklılığı gün gibi ortaya çıktı; onu devirmekten tutun da Çanakkalede bize karşı savaşmaya kadar pek çok komplo ve girişimin başında Siyonistler yer alacak, İngilizlerin yedek güçleri, daha doğrusu Asyaya karşı Avrupa kalesinin suru, barbarlığa karşı uygarlığın uçbeyleri olarak harekete geçeceklerdi. Hâlâ da öyle değil mi?
Daha da acı olanı, topraksız bir halk dedikleri Yahudilere, halksız bir toprak olarak sundukları Filistinin durumuydu. Milyonlarca Müslüman ve Hıristiyan Filistinli yaşamasına rağmen (nüfusun yüzde 95ini oluşturuyorlardı), Filistin toprağı boş bir arazi olarak sunuldu dünyaya. Ancak şimdi aynı trajedi, hem de kat be kat fazlasıyla Filistin halkı için geçerli, yani toprakları ellerinden alınmış durumda. Ne var ki, o hayırhah Avrupanın kılı kıpırdamıyor. Neden? Çünkü İsrail devleti, Ortadoğu üzerinden geçecek stratejik hammadenin, yani petrolün kontrolü için gerekliydi ve bunun, Yahudi halkına insanî yardımla herhangi bir alakası yoktu.
9. Doğu despotizmi yalanı
17. yüzyıla kadar Çin, Hint ve İslam âlemlerine oranla epeyce geride bulunan Avrupa, kendisi haricindeki medeniyetlere bilinçli bir çamur atma stratejisini izledi. Ağır bir aşağılık kompleksi içindeydi. İşte bu strateji doğrultusunda Doğunun despotik bir yönetimi olduğu tezi ortaya atıldı ve Marxtan Webere, hatta bugünkü bazı akıldanelerimize kadar pek çok kafayı iğfal etmeyi başardı.
Oysa Lucette Valensi gibi araştırmacıların da ortaya koyduğu gibi, bu, Avrupa zihniyetinin, gerisinde bulunduğu Doğuyu gözden düşürme ve onun üzerinden kendi kimliğini üretme mücadelesinin bir parçasıydı. Ancak Voltaire ve Althusser gibi iki büyük düşünür bu yalanı yutmamış ve asıl despotizmin Avrupada yaşandığını, Avrupalı düşünürlerin, kendi ülkelerindeki despotizmi, dışarıya yansıtarak, yani Doğuyu istismar ederek okurlarına anlattıklarını, artık Osmanlının yakasından düşme vaktinin geldiğini dile getirdiler. Ne ki, bu tatlı yalanın ısıttığı sıcak yataktan kalkmaya kimse razı değildi.
10. Batının üstünlüğü yalanı
İktisat ilminin kurucularından Adam Smith, 1770lerde Çin teknolojisinin Avrupadakinden ileri olduğunu itiraf ediyordu, biz ise 18. yüzyılda Avrupanın dünyanın en ileri uygarlığı olduğunu savunmaya devam ediyoruz. Neden acaba? Şundan sanırım: Beyinlerimiz keşifler, icatlar, Rönesans, Aydınlanma, Bilimsel Devrim gibi bir sürü Avrupa yalanıyla tıka basa doldurulmuş durumda. Böyle olunca, dünyanın diğer bölgelerinde neler olup bittiğiyle ilgilenmiyor ve daima skora takılıyor gözümüz: Ne olsa maçın kazanılıp kazanılmadığı önemli.
Öyleyse Hodgson ve Blaut gibi birinci sınıf tarihçilerle sesimizi gürleştirelim: Avrupanın gelişmesi, Afrika ve Asya karşısında uzun süren geri kalmışlığını telafi etmeye ancak 1800lerde yetecekti. Avrupa, dünyanın diğer kısımlarındaki gelişmelerden o kadar uzak kalmıştı ki, şu meşhur keşiflerle bir parça nefes alabilmişti. Bu açılma da, Asya ekonomilerinin tarihinde pek çok defa vuku bulan bir gerileme anına denk gelmiş, Osmanlı ve Çin dahil Doğunun başlattığı bir küreselleşme dalgasının üzerine binmişti. İşte Avrupa bu sayede kıyıda köşede kalmaktan kurtulup küresel ekonominin motoru olabildi.
Son sözü Hodgsona bırakmak en iyisi. Ona göre, modern dünya ile Batı, aynı şeyler değildir. Modernlik, Afrika, Asya ve Avrupanın beraberce inşa ettikleri bir oluşumdu. Yüzyıllar süren bu hazırlık döneminden kârlı çıkan bölge, fırsatları değerlendirmeyi bilen ve bir katalizör rolü oynayan Avrupa oldu. Şartlar orada birbirine kavuştu ama kavuşmayabilirdi de. Modernlik Çinde veya İslam âleminde de ortaya çıkabilirdi (tabii oralara mahsus görünümleriyle). Asya ve Afrikanın muazzam bilgi birikimi ve ticaret ağı olmasaydı, Avrupadaki modern dönüşüm hayal dahi edilemezdi.
Düşünün ki, Vasco da Gama bin bir zahmetle Ümit Burnundan dolaşıp Hindistanın Kalküta limanına indiğinde İspanyolca konuşan bir Tunuslu Müslüman tüccarla karşılaşmış ve pek şaşırmıştı. Haklıydı, çünkü buraları bilmeyen tek medenî kıta, Avrupaydı.
|